Allame M.H. Tabatabai-Bakara Suresi 1-25 Ayetler

[toggle style=”closed” title=”1-5 AYETLER”]
1-5. AYETLER
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
1- Elif, Lâm, Mîm.
2- Bu, o kitaptır ki kendisinde hiç şüphe yoktur; muttakiler (kötülüklerden korunanlar) için yol göstericidir.
3- Onlar, gaybe iman ederler, namaz kılarlar ve kendilerine verdiğiniz rızktan infak ederler.
4- Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler; ahirete de kesin inanırlar.
5- Onlar, Rablerinden bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler, işte onlardır.
Ayetlerin Açıklaması
Bu sure belli aralıklarla ve dönem dönem indiği için bir hedef üzerinde yoğunlaşmaz. Ancak surenin geneli açısından belirgin bir hedefin olduğunu söyleyebiliriz. Bu hedef doğrultusunda Allah’a yönelik kulluğun bir gereği olarak kulun Allah’ın indirdiği ve peygamberleri aracılığıyla duyurduğu her şeye inanması, vahiyler ve peygamberler arasında bir ayırım gözetmemesi vurgulanmakta, buna bağlı olarak da kâfirler ve münafıklar azarlanmakta, Allah’ın dininde ayırımcılık icat ettikleri ve peygamberler arasında ayırım gözettikleri için Ehlikitab’a mensup topluluklar kınanmaktadır. Bu husus iyice vurgulandıktan sonra da birtakım pratiğe dönük hükümlerin açıklanmasına geçiliyor. Kıble değişikliği, hac, miras ve oruç hükümleri gibi.
“Elif, Lâm, Mîm.” Bazı surelerin girişinde yer alan bu tür birbirinden kopuk harflerle ilgili açıklamaları inşaallah Şûrâ suresinin giriş kısmında yapacağız. Ayrıca Kur’ân’ın yol göstericiliğine ve kitap olarak nitelendirilişine de etraflıca değineceğiz.
“Muttakiler için yol göstericidir. Onlar gaybe inanırlar…” Muttakilerden maksat müminlerdir. Takva müminlerin herhangi bir sınıfının özel niteliği değildir. Bunu derken, iman derecelerinden birini kastediyorum. Yani takva ihsan, ihlâs ve huşû gibi bir iman makamı değildir. Aksine, takva imanın tüm makamlarını kapsayan genel bir niteliktir. İman gerçekleşme aşamasına girer girmez, takva niteliği belirginleşmeye başlar. Bunun kanıtı da, yüce Allah’ın değişik sınıfları ve dereceleri bulunan mümin gruplardan birini özellikle takva ile nitelendirmiyor olmasıdır.
Yüce Allah, Bakara suresinin giriş kısmındaki on dokuz ayette, müminlerin, kâfirlerin ve münafıkların durumunu tasvir ederken takvaya özgü beş özellik sıralıyor. Bunlar; gaybe inanmak, namaz kılmak, yüce Allah’ın rızk olarak verdiği şeyleri hayır amaçlı olmak üzere harcamak, Allah’ın peygamberlerine indirdiği kitaplara inanmak ve ahirete en ufak bir kuşku duymayacak biçimde kesinlikle iman etmektir.
Sonra yüce Allah, onları Rableri tarafından bir hidayet üzere olmakla nitelendiriyor. Bu da gösteriyor ki, onların bu onur verici niteliklerle nitelendirilmelerinin sebebi, yüce Allah tarafından bir hidayete konu olmalarıdır. Ancak yüce Allah, daha önce de bu kitabın söz konusu muttakiler için bir hidayet, bir yol gösterici olduğunu bildirmiştir. Bununla anlıyoruz ki, bu hidayet öncekinden ayrıdır ve muttakiler, iki hidayete muhataptırlar. Birinci hidayet sayesinde muttaki niteliğini kazanmışlardır. İkincisini de yüce Allah takvadan sonra onlara bahşetmiştir ve bu sayede muttakilerin kâfirler ve münafıklarla karşılaştırılmaları mümkün olabilmiştir.
Aynı şekilde yüce Allah, kâfirleri ve münafıkları iki sapıklık ve iki şaşkınlık içinde olmakla nitelendiriyor. Birinci sapıklık, küfür ve nifak gibi kötü niteliklerine sebep oluyor. İkincisi ile de birinci sapıklıkları pekiştiriliyor. Onlar bu ikinci sapıklık niteliğini küfür ve nifak niteliklerin gerçeklik kazanmasından sonra alıyorlar. Nitekim yüce Al-lah kâfirler hakkında şöyle buyuruyor: “Allah, onların kalplerini ve ku- laklarını mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır.” (Bakara, 7) Burada yüce Allah mühürlemeyi kendisine, perdeyi ise onlara mal ediyor.
Münafıklar hakkında da şöyle buyuruyor: “Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırmıştır.” (Bakara, 10) Birinci hastalığı onlara izafe ediyor, ikinci hastalığı ise kendisinin meydana getirdiğini vurguluyor. Bu husus bir ölçüde yüce Allah’ın şu sözünde de belirginlik kazanıyor: “Onunla birçoğunu saptırır ve yine onunla birçoğunu yola getirir. Onunla sadece fasıkları saptırır.” (Bakara, 26) Şu ayet-i kerime de bu hususa yönelik bir işaret içermektedir: “Onlar eğrilince, Allah da kalplerini eğriltti.” (Saff, 5) Kısacası, kâfirler ve münafıklar iki sapma ile karşı karşıya oldukları gibi, muttakiler de iki hidayetle karşı karşıyadırlar.
Öte yandan, ikinci hidayet Kur’ân aracılığıyla gerçekleşirken, birinci hidayet Kur’ân’dan önce ve dejenere olmamış fıtrat sayesinde gerçekleşir. Fıtrat, bozulmadığı takdirde, zatı itibariyle dışındaki bir etkene muhtaç olduğunu görür. Aynı şekilde onun gibi his, vehim veya akıl ile algılanabilecek şeylerin de, ihtiyaç zincirinin son bulduğu noktada, dışlarındaki bir varlığa muhtaç olduklarını teslim eder. Dolayısıyla fıtrat, duyuları tarafından algılanmayan görünmez bir varlığa inanır. Her şeyin bu varlıktan geldiğini ve onda noktalanacağını kabul eder. Bu varlık, yaratıklarının ihtiyaç duydukları hiçbir şeyi ihmal etmediği gibi, insanları helâk edici ameller ve huylardan kurtaracak şeye hidayet etmeyi de ihmal etmediğini kavrar.
İşte bu, dinin temelini oluşturan tevhit, nübüvvet ve mead (ahiret) inancıdır. Bu inanç da, yüce Allah’ın Rablığı karşısında huzû ve huşû sunmayı; mal, mevki, ilim ve fazileti de bu hususun canlandırılıp yaygınlaştırılması için kullanmayı gerektirir. Bu iki husus ise, namaz ve infak şeklinde somutlaşmaktadır.
Böylece öğrenmiş bulunuyoruz ki, burada yüce Allah’ın onlar için sıraladığı nitelikler, bozulmamış fıtrattan kaynaklanan niteliklerdir. Ayrıca yüce Allah, onlara ek bir vaatte bulunuyor ve bunu da hidayet olarak nitelendiriyor. Şu hâlde, onların sergiledikleri bu olumlu ameller, iki hidayet arasında gerçekleşmektedir. Biri geçmiş, biri de bunu izleyen hidayet. Bu iki hidayet arasında da doğru inanç ve salih amel gerçekleşir. Yüce Allah’ın bahşettiği ikinci hidayetin sağlam ve bozulmamış fıtrattan kaynaklanan birinci hidayetin bir sonucu olduğuna kanıt oluşturacak birçok ayet vardır: “Allah, iman edenleri, dünya hayatında ve ahirette sapasağlam sözle sabitleştirir.” (İbrâhîm, 27) “Ey inananlar, Allah’tan korkun, O’nun Resulüne inanın ki, size rahmetinden iki pay versin, sizin için ışığında yürüyeceğiniz bir nur yaratsın.” (Hadîd, 28) “Siz Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar.” (Muhammed, 7) “Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.” (Saff, 7) “Allah, fasıkları doğru yola iletmez.” (Saff, 5)
İleride değineceğimiz gibi, kâfirler ve münafıkların sapıklığı meselesi (iki aşamalı olması) de tıpkı muttakilerin hidayet durumu gibidir.
Bu ayetlerde, şu dünya hayatının altında gizli olan bir başka hayata işaret ediliyor. İnsanoğlu bu hayatı bu dünyada, ölümden sonra ve diriliş anında yaşar. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?” (En’âm, 122) İnşaallah yeri gelince bu ayet üzerinde gerekli açıklamalarda bulunacağız.
“…iman ederler” İman, inancın kalbe yerleşmesi demektir. Bu kelime, güven anlamına gelen “emn” kökünden türemiştir. Sanki mümin, inandığı şeyi kuşku ve kuruntuya karşı korumaya almakta, güvende kılmaktadır. Bilindiği gibi kuşku ve kuruntu, inancın afetidir. Daha önce de değindiğimiz gibi imanın dereceleri vardır. Çünkü iman, bazen sadece bir şeyin özüne yönelik olur, onun gereklerine nüfuz etmez. Bazen biraz daha güçlü olup onun kimi gereklerini de kapsamına alır. Bazen de öyle güçlü olur ki, onun bütün gereklerini etkiler. Buradan da şu sonuç çıkar: İmanın sınıfları oranında müminlerin de sınıfları vardır.
“Gaybe…” Gayb, görünmeyen demektir ve görünenin karşıtıdır. Dolayısıyla duyularla algılanmayan her şey, gaybın kapsamına girer. O da, yüce Allah ve O’nun duyularımız tarafından algılanamayan büyük ayetleridir. Vahiy de duyularca algılanıp kavranmayan büyük ayetlerden biridir. Nitekim, “Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler.” ifadesinde de vahiy gerçeğine işaret edilmiştir. Şu hâlde, vahye iman etme ve ahirete kesin inanma karşısında “gaybe iman etme” ifadesiyle yüce Allah’a iman kastediliyor. Böylece dinin üç temel ilkesi tamamlanmış oluyor. Kur’ân-ı Kerim burada sırf somut algılarla yetinilmemesini, aklıselime ve katıksız usa da uyulmasını teşvik ediyor.
“Ahirete de kesin inanırlar.” Ahirete inanmaktan söz edilirken, iman yerine, yakin (kesin inanma) fiili kullanılıyor. Sanki takva sıfatının, ancak ahirete hiçbir zaman unutulmayacak şekilde kesin bilgiyle inanmakla gerçekleşebileceğine işaret ediliyor. Çünkü insan bazen bir şeye inandığı hâlde, onun bazı gereklerinden gaflet ederek inancına ters davranışlar içine girebilir.
Ancak insan, önemli-önemsiz tüm amellerinden dolayı bir gün hesaba çekileceğini sürekli hatırında tutarsa, yoldaki engellere takılıp tökezlemez ve elbette Allah’ın haramlarını işlemeye yeltenmez. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Nefsin isteğine uyma; sonra seni Allah’ın yolundan saptırır. Allah’ın yolundan sapanlar, hesap gününü unuttuklarından dolayı onlara çetin azap vardır.” (Sâd, 26)
Burada yüce Allah, Allah’ın yolundan sapmanın, hesap gününü unutmaktan kaynaklandığını vurguluyor. Şu hâlde hesap gününü sürekli akılda tutmak, takva gerçeğinin doğup gelişmesine yol açar.
“Onlar, Rablerinden bir hidayet üzeredirler.” Hidayet tümüyle Allah’tandır ve kesinlikle O’ndan başkasına isnat edilemez. Ancak mecazî olarak hidayet fiili bir başkasına izafe edilebilir. İnşaallah ileride bu konuya daha geniş biçimde değineceğiz. Yüce Allah, muttakileri hidayet üzere olmakla nitelendirmiş, bir başka yerde de bunun özelliğini anlatmıştır: “Allah kimi hidayet etmek isterse, onun göğsünü açar.” (En’âm, 125)
Göğsü açmak; göğsü genişletmek, kapasitesini artırmak demektir. Bu genişlik, ondan her türlü darlığı, dar görüşlülüğü uzaklaştırır. Bunun sonucu olarak da kurtuluşa erer. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr, 9)
Yüce Allah bu surede de, “Onlar, Rableri tarafından bir hidayet üzeredirler.” ifadesinin ardından şöyle buyuruyor: “ve kurtuluşa eren-ler, işte onlardır.”
Ayetlerin Hadisler Işığında Açıklaması
el-Meanî adlı eserde İmam Cafer Sadık’ın (a.s), “Onlar, gaybe iman ederler.” ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: “Burada Hz. Mehdi’nin ortaya çıkışının hak olduğuna inanan kimseler kastediliyor.”
Ben derim ki: Bu anlamı pekiştiren başka rivayetler de vardır ve bunlar, tatbik (cery) türündendirler.
Tefsir’ul-Ayyâşî’de İmam Cafer Sadık’ın (a.s), “Kendilerine verdiğimiz rızktan infak ederler.” ifadesiyle ilgili olarak, “Onlara öğrettiğimiz bilgileri dağıtırlar.” dediği rivayet edilir. [c.1, s.25, h: 1]
el-Meanî adlı eserde yine o Hazretin şöyle dediği rivayet edilir: “Onlara öğrettiğimiz bilgileri dağıtırlar, Kur’ân’dan onlara öğrettiklerimizi insanlara okurlar.” [s.23, h: 2]
Ben derim ki: Her iki rivayette de, değindiğimiz gibi, “infak” kav-ramı mal dağıtmaktan daha geniş tutulmuştur.
Felsefî Bir Araştırma (Soyut ve Akli Algılara Dayanmak Üzerine)
Acaba duyu organlarının somut algılarının dışında aklî ve soyut algılara dayanmak doğru olur mu? Bu mesele, son kuşak Batılı düşünürler arasında görüş ayrılıklarına konu olan meselelerden biridir. Eski kuşaklara mensup Batılı düşünürler ile İslâm bilginleri, hem duyu organlarının algılarına, hem de akla dayanılabileceği düşüncesindedirler. Hatta bilimsel kanıtın, somut olanı somut olmaması açısından kapsamadığını söylemişlerdir. Buna karşılık, Batılı filozoflar bu konuda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunların büyük çoğunluğu, özellikle doğa bilimcileri somut olmayana dayanılmayacağı düşüncesindedirler. Bunu ileri sürerken de gerekçeleri şudur:
Salt aklî algıların yanılma, yanlışa düşme ihtimali çok yüksektir. Çünkü soyut algıların doğruluk ve yanlışlığını belirleyecek bir ölçü yoktur. Çünkü ölçü, duyu ve denemedir ve bunlar ancak cüz’î olgulara ulaşabilirler. Söz gelimi biz, duyu organlarımızdan biri aracılığıyla bir şey algıladığımız zaman, örneklerini yineleyerek denemeye tâbi tutarız. Bu işlemi, elde edilmesi arzulanan özelliği kesinleştirene kadar sürdürürüz. Bundan sonra onun gerçekliği hakkında herhangi bir kuşku kalmaz.”
Batılı filozofların bu kanıtları hem yanlış ve hem de çelişkilidir. Çünkü:
1- Bu kanıttaki bütün önermeler, duyusal deneyime dayalı olmayan aklî önermelerdir. Şu hâlde bu kanıt, içerdiği aklî önermelerle, ak-lî önermelere dayanmanın yanlışlığının kanıtıdır. Dolayısıyla bu kanıtın doğruluğu, yanlışlığını gerektirmektedir.
2- Somut verilerdeki yanılgılar, sayısal olarak aklî verilerdeki yanılgılardan, yanlışlardan daha az değildir. Nitekim onların göz veya diğer duyu organlarının yanılmaları ile ilgili araştırmaları bunu pekiştirir niteliktedir. Şayet, herhangi bir yöntemde yanılma söz konusu olduğunda bu, o yöntemi bir kerede silmeyi, bir daha ona dayanmamayı gerektiriyorsa, somut verilere dayanmama, güvenmeme çok daha gerekli ve çok daha zorunlu olurdu.
3- Doğru ile yanlışı birbirinden ayırma işlemi tüm algılar için kaçınılmazdır. Fakat, somut verinin yinelenmesinden ibaret olan deneme, eğri ile doğruyu ayırt etmeye yarayan bir araç değildir. Bilakis deneysel önerme, sadece alınmak istenen sonucu kanıtlayan kıyasın iki önermesinden birini oluşturur. Örneğin biz, duyu organlarımız aracılığı ile herhangi bir olgunun bir özelliğini algıladığımız ve bunun örneklerini yineleyerek denemeden geçirdiğimiz zaman gerçekte şöyle bir kıyas elde etmiş oluruz: “Bu özellik, ele almakta olduğumuz olgu açısından varlığı süreklidir ya da daha çok bu özelliğin varlığı ön plândadır. Eğer bu özellik, bu olgudan başkasına özgü bir özellik olsaydı, bu şekilde sürekli ya da ön plânda olmazdı. Ama görüyoruz ki bu özellik, bu olgu için sürekli ya da ön plânda olma niteliğini koruyor.” Görülüyor ki, bu kıyasta somut ve deneysel olmayan aklî öncüller vardır.
4- Farz edelim ki bütün somut bilimler, pratikte deney desteklidirler. Ancak, deneyin kendisinin bir başka deneyle pekiştirilmediği, doğruluğu kesin biçimde doğrulanmadığı ortadadır. Yoksa, her deneyin bir başka deneyce doğrulanması işlemi sonsuza kadar sürüp giderdi. Şu hâlde, deneyin doğru olup olmadığı, somut verilerin dışındaki bir yöntemle bilinir. Dolayısıyla somut verilere ve deneye dayanmak, zorunlu olarak aklî bilgiye dayanmak demektir.
5- Duyu organları ile algılanan veriler, ancak cüz’î ve değişken şeyleri kapsarlar. Bilimler ise, sadece küllî önermeleri kullanırlar ve genel önermeler şeklindeki sonuçlara varırlar. Bunlarsa, somut ve deneysel değildirler. Söz gelimi; anatomi, insanlardan az veya çok sayılı kişilere ulaşabilir. Bu bilim aracılığıyla somut olarak, örneğin şu veya bu insanın bir kalbi ve bir ciğeri olduğu gözlemlenir. Bunun tekrarıyla az ya da çok birtakım gözlemler elde edilir. Fakat bu veri, “Her insanın bir kalbi ya da bir ciğeri vardır.” şeklindeki bütünsel yargımızdan farklıdır. Bu yüzden kendimizi sırf somut ve deneysel verilerle sınırlandırırsak, sadece bunlara dayanarak hareket edersek, salt bunlardan yararlanırsak ve baştan itibaren aklî verilere dayanmaktan kaçınırsak, genel bir kavrayış, teorik bir düşünce ve bilimsel bir araştırma elde etmiş olamayız.
Şu hâlde, maddeye özgü alanlarda somut verilere dayanıp güvenmek nasıl bir zorunluluksa, aklî beceriye özgü alanlarda da aklî verilere dayanıp güvenmek bir zorunluluktur. Akıl derken, küllî önermeler ve genel yargıların kaynağı ve kavrayıcısını kastediyoruz. İnsanın bu tür bir yeteneğe sahip olduğunda kuşku yoktur.
Şu hâlde, kökünden yanılmaya mahkûm bulunan veya ilgili alanında dahi yanılabilecek olan bir şeyin, yaratılış tarafından meydana getirilmesi düşünülebilir mi? Çünkü yaratılış, ancak aralarında bir dış bağlantıyı kesin tespit ettikten sonra varlıklardan herhangi birini belli bir işlev görevlendirir. Şu hâlde, gerçekte var olmayan, yani hata ve yanılgı olarak değerlendirilen şeyle, varolan bir şey arasında bir bağ kurulabilir mi?
Bilimler ve duyu organlarının algılarındaki hata ve yanılgılara gelince; işin gerçeği yerinde açıklanmıştır, oraya başvurmak gerekir. Hiç kuşkusuz, doğruyu gösteren yüce Allah’tır.
Bir Başka Felsefî Araştırma (Sofistlere Yanıt)
Hayata henüz adım atan basit bir insan, olguları dış yansımaları itibariyle algıladığını zannederek olgularla kendi algılayışı arasında bilgi niteliğinin aracılık yaptığının farkında olmaz. Bazı tavırlarında kuşku veya zanna kapılana kadar bu durum devam eder. Bu sırada şu gerçeğin farkına varır: İnsan bir canlı organizma olarak hareketlerinde ve dünyadaki yaşamında kaçınılmaz olarak bilgi niteliğini kullanır ve bu nitelik bazen eğri ile doğruyu birbirinden ayırmada yanılır. Yoksa, olguların dış yansımalarında yanılma ve yanlışa düşme söz konusu olamaz. Bu noktada insan “bilgi” niteliğinin varlığına kesin olarak inanır. (Kastettiğimiz önermenin olumsuzuna engel oluşturan “kavrama” yeteneğidir.)
Ayrıca, etraflı bir araştırma da bizi bu sonuca ulaştırır. Çünkü bizim onaylamalı kavrayışlarımız, tahlil sonucu şu ilkel (bedihî) önermeye dayanırlar: “Olumluluk ve olumsuzluk nitelikleri bir olguda aynı anda bulunamazlar ve ikisi birlikte de yok olamazlar.” Şu hâlde, ilkel veya teorik her önerme, bütünüyle onaylanması için, ilkel önermelerin başında gelen bu önermeye muhtaçtır. Bu önerme, o kadar ilkel ve açıktır ki, bununla ilgili varsayılan kuşku dahi, kendi olumsuzuyla bir araya gelememektedir. Bu önerme bütün açıklığıyla kesinlik kazanınca, buna duyulan ihtiyaç oranında bilimsel onaylamalar alanında bol veriler elde edilmiş olur. İşte insan, bakış açısı ve amelleri açısından, bu verilere dayanır.
Şu hâlde, bilimsel bir tavır veya pratik bir olgu söz konusu olunca, kesinlikle insanın dayanağı bilgidir. O kadar ki, kişinin kuşkusu da, onun kuşku olduğuna ilişkin bilgisi ile belirginleşir. Zannı, vehmi ve bilgisizliği açısından da durum bundan ibarettir.
Antik Yunan’da kendilerini sofist olarak adlandıran bir grup filozof, bilginin varlığını inkâr etmişlerdi. Kendileri ve kuşkuları da dahil, her şeyden kuşku duyuyorlardı. Bunları septizm adı altında diğer bir grup izledi ki, anlayışları aşağı yukarı aynıydı. Bunlar kendilerinin ve düşüncelerinin (kavrayışlarının) dışında bilginin varlığını kabul etmiyorlardı. Hatta bu görüşlerini ispatlayabilmek için birtakım kanıtlar da üretmişlerdi.
Kanıtlarından biri şöyledir: En güçlü bilgiler ve kavrayışlarımız dahi (duyu organlarımız aracılığıyla algıladıklarımız kastedilmekte) hata ve yanlışlarla doludur. Başka bilgilerimizde durum nasıl olur acaba?! Şu hâlde, kendimizin dışındakilerle ilgili bilgi ve hükümlerimize nasıl güvenebilir, dayanabiliriz?!
Bir diğer kanıtları da şudur: Dışımızdaki olgulardan birini algılamaya yöneldiğimiz zaman, onun yerine ona ilişkin bilgiyi algılarız. Şu hâlde herhangi bir olguyu algılamak mümkün değildir.
Ve daha bunun gibi birtakım kanıtlar…
Birinci kanıtlarına vereceğimiz cevap şudur: Bu kanıt öncelikle kendi kendini geçersiz kılıyor. Şayet herhangi bir hükme dayanmak doğru değilse, bu kanıtı oluşturan önermelere de dayanmak doğru olmaz. Ayrıca bilgilerde çok sayıda hata ve yanlışın varlığını kabul etmek, yanlışlara denk veya onlardan daha fazla doğruların da varlığını kabul etmek anlamına gelir. Kaldı ki, bilginin varlığını kabul eden bir kimse, onun tüm onaylarının tartışmasız doğrular olduğunu iddia etmez. Tam tersine, bazılarının böyle olduğunu savunur. Diğer bir ifadeyle; bu hususta küllî olumsuzluğa karşın cüz’î olumluluğu iddia eder. Söz konusu kanıt ise, cüz’î olumluluğu da reddetmeye yeterli gel-mektedir.
İkinci kanıtlarına vereceğimiz cevap da şudur: Tartışma konusu olan bilginin gerçekliği ötesini keşfetmesi, göstermesidir. Dış olgulardan birine yöneldiğimiz zaman ona ilişkin bilgi edindiğimizi varsaymakla, o şeyi keşfettiğimizi kabul etmiş oluruz. Ancak biz, bu keşfin her zaman için söz konusu olmadığını da kabul ediyoruz. Bilginin varlığını kabul eden hiçbir kimse de, “Biz olgunun kendisini buluyoruz, kendisine ulaşıyoruz, keşfine değil.” demiyor.
Böyleleri, vicdanlarının hayattaki isteğe bağlı davranışlar ve başka hususlar ile ilgili zorunlu olarak itiraf ettiği gerçeği görmüyorlar gibidir. Çünkü onlar, açlık ve susuzluk hissettikleri zaman yemeğe ve suya, başka bir şeye ihtiyaç duydukları zaman da ona yönelirler, sırf o şeyi düşünmekle ona yönelmezler. Aynı şekilde, ancak sakıncalı ve kaçınılması gereken şeylerin varlığı söz konusu olduğunda kaçarlar, sırf onu düşünmekle böyle bir harekete geçmezler.
Kısacası; doğalarının ihtiyacı olan her şeye ihtiyaç duyduklarında, o ihtiyacın giderilmesi için dışa yönelik bir hareket başlatırlar. Fakat doğaları ihtiyaç duymadan sırf o şeyi düşünmekle onu ortadan kaldırma yönünde bir çaba içine girmezler. Hiç kuşkusuz, bu iki durumda söz konusu olan bilgi arasında fark vardır. Şöyle ki: Bu iki bilgiden birisini insan kendi isteğiyle kendi meydana getirir. Diğer bilgi ise, insanın dışında ve insan üzerinde etkili olan bir etkenin etkisiyle meydana gelir. O dış etken de bilginin keşfettiği şeydir. Şu hâlde bilgi vardır ve bizim aradığımız da budur.
Bil ki: Bilginin varlığıyla ilgili bir başka açıdan da güçlü bir kuşku söz konusudur. Bu kuşku, günümüz pozitif bilimlerin temelini oluşturan her şeyin değişken olduğu ilkesi doğrultusunda, bilginin de değişken olduğu kuşkusuzdur. [Oysa ki her bilgi değişmezdir.] Bunun açıklaması şöyledir: Bilimsel araştırmalar, doğada bir dönüşüm ve tekâmül (olgunlaşma) sisteminin varlığını kanıtlamış bulunmaktadır. Bu-na göre doğada yer alan her parça, hareket hâlindedir ve tekâmüle yöneliktir. Her şeyin ikinci anındaki varoluşu, birinci anındaki varoluşundan farklıdır. Düşünme ve kavrama yeteneğinin de, beyine özgü özelliklerden olduğunda kuşku yoktur.
Şu hâlde düşünme ve kavrayış, maddî bir olgunun maddî bir özelliğidir ve dönüşüm ve tekâmül yasasına boyun eğmesi de kaçınılmazdır. Dolayısıyla bu kavrayışlar, (aralarında bilgi denilen kavrayış da olmak üzere) sürekli bir değişim ve dönüşüm hâlindedirler. Demek ki, bilginin değişmezliği ve kalıcılığı söz konusu değildir. Her şeyde olduğu gibi bilginin de değişmezliği ve kalıcılığı nispîdir. Yani bazı bilgiler, diğer bazısına göre daha uzun sürelidirler, daha çok yaşarlar ya da daha az çelişiktirler.
Bunu şöylece cevaplamak mümkündür: Bu kanıt, bilginin varoluşu noktasında maddî olup soyut olmaması esasına dayalı bir kanıttır. Ne var ki, bilginin maddî olduğuna dair herhangi bir delil elde olmadığı gibi, maddî olmadığına dair deliler mevcuttur. Çünkü maddî olguların birtakım özellikleri vardır ki, bunlar bilgi hakkında söz konusu değildir. Örneğin:
1) Maddî olgular, bölünmeyi kabul etme noktasında ortaktırlar. Bilgi ise, bilgi olması itibariyle bölünmeyi kabul etmez.
2) Maddî olgular, mekâna ve zamana bağlıdırlar. Bilgi ise, bilgi olması itibariyle mekân ve zaman kabul etmez. Buna ilişkin kanıt ise, belli bir mekânda ve belli bir zamanda meydana gelen bir olayın, niteliğini ve belirliliğini korumak koşuluyla her mekân ve her zamanda düşünülebilir olmasıdır.
3) Bütün maddî olgular, genel devinim yasasının egemenliği altın-dadırlar. Şu hâlde değişim, maddî olguların genel bir özelliğidir. Oysa bilgi, bilgi olması itibariyle değişim kabul etmez. Çünkü bilgi, zatı itibariyle, değişime ve başkalaşıma ters düşer.
4) Eğer bilgi, tıpkı maddî olgular gibi bizzat değişken olsaydı, bir şeyin ve bir olayın iki farklı zamanda düşünülmesi mümkün olmazdı. Geçmişte kalan bir şey veya bir olay bir sonraki zamanda hatırlanamazdı. Çünkü değişken bir şey, ikinci anında, birinci anından farklıdır.
İşte bu gerekçeler ve benzeri yaklaşımlar sonucu bilginin, bilgi olması itibariyle, maddî olmadığı ortaya çıkıyor. Düşünme sırasında beyin dediğimiz duyarlı organda meydana gelen doğal harekete gelince, bunun konumuzla bir ilgisi olmadığı gibi bilgi olduğuna dair kesin bir delil de mevcut değildir. Sırf bir şeyin meydana gelişi sırasında bir hareketin gerçekleşiyor olması, o ikisinin aynı şey olduğu anlamına gelmez.
Daha fazla bilgi edinmek isteyenler, başka bir kaynağa başvurmak durumundadırlar.
[/toggle]
[toggle style=”closed” title=”6-7 AYETLER”]
6-7. Ayetler
6- Hiç kuşkusuz, şu kâfirleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir; onlar inanmazlar.
7- Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır ve onlar için büyük bir azap vardır.
Ayetlerin Açıklaması
“Hiç kuşkusuz, şu kâfirleri…” Bunlar, inkârlarını sürdüren ve gerçeği kabul etmeme duygusu karakteristik bir özellik olarak kalplerine yerleşmiş bulunan kimselerdir. Uyarmakla uyarmamanın, onlar açısından fark etmediği şeklindeki nitelendirilişleri bunu gösteriyor. Bu ifadeyle Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinin ve Mekke kentinin koda-manlarının kastedilmiş olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü bunlar, inatçılıklarını sürdürmüş ve dinin mesajı karşısındaki katı tutumlarından vazgeçmemişlerdi. Bedir Savaşında ve başka yerlerde Allah onları helâk edene kadar da inanmamaya devam etmişlerdi. “Onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir; onlar inanmazlar.” ifadesinin bütün kâfirler hakkında söz konusu olamayacağı da, bu ihtimali pekiştirmektedir. Aksi takdirde hidayet kapısının kapalı olduğunu söylememiz gerekir. Oysa Kur’ân açıkça bunun aksini ifade ediyor.
Ayrıca bu tür ifadeler, Mekke inişli Yâsîn suresi ile Medine döneminin ilk başlarında inen Bakara suresinde yer alır. Bu ayet inerken de henüz Bedir Savaşı meydana gelmemişti. Dolayısıyla, gerek bu ifadede ve gerekse başka yerlerde geçen “kâfirler” sözüyle, Peygamberimizin gönderilişinin ilk dönemlerinde Kur’ân’a muhatap olan Mekke kodamanlarının kastedilmiş olması güçlü bir ihtimaldir. Ancak bunun aksini gösteren bir karine olduğu yerlerde durum değişir. Benzeri bir durum da “iman edenler” ifadesi için geçerlidir. Aksine bir karine yok-sa, genelde bu ifade ilk Müslümanlara yönelik olarak kullanılmıştır. Onlar, bir onurlandırma olarak böyle bir hitaba özgü kılınmışlardır.
“Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır…” İfadenin akışı içinde meydana gelen değişiklik (yüce Allah’ın kalpleri mühürlemeyi kendisine, gözlerin önündeki perdeyi de onlara izafe etmesi) gösteriyor ki, onların gerçeği görmelerine engel olan, biri kendilerinden, diğeri de kâfirlikleri ve fa-sıklıklarından dolayı yüce Allah’tan, iki perde vardır. Onların tüm amelleri, bu iki perde arasında meydana geliyor. “Allah… örnek vermekten çekinmez…” [Bakara, 26] ifadesini ele alırken konuya ilişkin bazı açıklamalarda bulunacağız.
Şunu da hatırlatalım ki, tıpkı iman gibi, küfür de güçlü veya zayıf olmaya elverişli bir niteliktir. Onun da, tıpkı iman gibi, değişik sonuç-lar doğuran farklı dereceleri, mertebeleri vardır.
Ayetlerin Hadisler Işığında Açıklaması
el-Kâfi’de, Zübeyrî’den şöyle rivayet edilir: “İmam Sadık’tan (a.s), Allah’ın kitabında kaç çeşit küfürden söz edildiğini sordum, şöyle cevap verdi:
“Allah’ın kitabında beş çeşit küfürden söz edilir: [1 ve 2] İnkâr anlamında küfür ki bunun iki çeşidi vardır. [3] Allah’ın emirlerini terk etme anlamında küfür. [4] Uzaklığı bildirme, ilişkiyi kesme, tanımama anlamında küfür. [5] Nimete karşı nankörlük etme anlamında küfür.”
“İnkâr anlamındaki küfür, Rablık makamını inkâr etmektir. ‘Rab yoktur, cennet ve cehennem yoktur.’ diyenlerin sözü gibi. Bu, zındıklar zümresine mensup iki grubun sözüdür. Bunlara dehrîler de denir. ‘Bizi yok eden ancak zaman (dehr)dır.’ [Câsiye, 24] dedikleri için bu adı almışlardır. Bu anlayış, düşünme ve araştırmaya gerek duymadan, bu böyledir, böyle olur, diyerek kendini rahatlamaya çalışan bir zihniyetin ürünüdür. Nitekim yüce Allah onlar hakkında, ‘Onlar sadece zannediyorlar.’ [Câsiye, 24] buyuruyor. Yani, herhâlde böyledir diyerek kendilerini avutuyorlar. Yine buyuruyor ki: ‘Hiç kuşkusuz, kâfirleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir; onlar inanmazlar.’ Yani, Allah’ın birliğini kabul etmezler. İşte küfrün bir çeşidi budur.”
“Küfrün ikinci çeşidi ise, bilerek inkâr etmektir. Bununla kastettiğimiz, kişinin gerçek olduğunu kesin olarak bildiği hâlde bir şeyi inkâr etmesidir. Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyuruyor: ‘Onların doğ ru olduğunu kesin bildikleri hâlde, haksızca ve böbürlenerek onları inkâr ettiler.’ [Neml, 14] Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: ‘Daha önce kâfirlere karşı zafer umurlarken, o bildikleri, tanıdıkları şey kendilerine gelince, onu inkâr ettiler. Artık Allah’ın lâneti, inkârcıların üzerine olsun!’ [Bakara, 89] İşte küfrün iki çeşidinin açıklaması budur.”
“Küfrün üçüncü çeşidi ise, nimete karşı nankörlüktür. Yüce Allah bu durumu Hz. Süleyman’ın diliyle şöyle ifade etmektedir: ‘Bu, Rabbi-min lütfundandır; şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden, kendisi için şükretmiş olur; nan-körlük eden de, bilsin ki, Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir.’ [Neml, 40] Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: ‘Andolsun, eğer şükrederseniz, elbette size nimetimi arttırırım ve eğer nankörlük ederseniz, azabım pek çetindir.’ [İbrâhîm, 7] Başka bir ayette de şöyle buyuruyor: ‘Öyleyse beni anın ki, ben de sizi anayım; bana şükredin, nankörlük etmeyin.’ [Bakara, 152]”
“Küfrün dördüncü çeşidi de, yüce Allah’ın emirlerini terk etmektir. Bu hususta yüce Allah şöyle buyuruyor: ‘Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız, diye sizden kesin söz almıştık. Sonra siz de bunu ikrar etmiş, siz de buna tanık olmuştunuz. Ama siz yine birbirinizi öldürüyorsunuz, sizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz, onlara karşı günah ve düşmanlık yapmakta birleşiyorsunuz, onları çıkarmak size yasaklanmış iken esir olarak geldiklerinde fidyelerini veriyorsunuz. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?’ (Bakara, 84)”
“Burada yüce Allah, emirlerini terk ettikleri için onları küfürle nitelendiriyor, bir yönden de onları imana nispet ediyor. Fakat bu imanlarını kabul etmediğini, bunun kendi katında onlara bir yarar sağlamayacağını da şöyle vurguluyor: “Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine itilirler. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir.’ [Bakara, 85]”
“Küfrün beşinci çeşidi ise, uzaklığı olmadığını bildirme, tanımama anlamındaki küfürdür. Bunun örneği de yüce Allah’ın Hz. İbrahim’in (a s.) diliyle aktardığı şu ifadelerdir: ‘Sizi tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir.’ [1] Burada Hz. İbrahim, biz sizden uzağız, aramızda ilişki kalmadı, demek istiyor.”
“Bir diğer ayette de şöyle buyuruluyor (şeytan, kıyamet günü insanlar arasındaki dostlarıyla bir ilişkisinin olmadığını dile getiriyor): ‘Ben, önceden beni Allah’a ortak koşmanızı da tanımamıştım zaten.’ [2] Bir diğer ayette de şöyle buyuruluyor: Siz, dünya hayatında aranızdaki sevgi uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Daha sonra kıyamet gününde birbirinizi tanımaz ve birbirinizi lânetlersiniz. Varacağınız yer ateştir ve hiçbir yardımcınız yoktur.” [3] [Usûl-i Kâfi, c.2, s.389, h: 1]
Ben derim ki: Bu hadis, daha önce de söylediğimiz gibi, küfrün güçlülük ve zayıflık gösterilebilecek bir nitelik olduğunu açıklayıcı mahiyettedir.
[/toggle]
[toggle style=”closed” title=”8-20 AYETLER”]
8-20. AYETLER
8- İnsanlardan bazıları da vardır ki, “Allah’a ve ahiret gününe iman ettik.” derler. Oysa inanmış değillerdir.
9- Onlar, Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar. Oy-sa yalnızca kendilerini aldatıyorlar da farkında değiller.
10- Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylüyor oldukları için de, onlara acı bir azap vardır.
11- Kendilerine, “Yeryüzünde fesat çıkarmayın.” denildiğinde, “Biz sadece ıslâh edicileriz.” derler.
12- Bilin ki, gerçekten asıl fesatçılar onlardır; ama farkında değiller.
13- Yine kendilerine, “İnsanların iman ettiği gibi, siz de iman edin.” denildiğinde, “Düşük akılların iman ettiği gibi, biz de mi iman edelim?” derler. Bilin ki, gerçekten asıl düşük akıllılar kendileridir; ama bilmezler.
14- İman edenlerle karşılaştıkları zaman, “İman ettik.” der-ler. Şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında ise derler ki: “Şüphesiz, biz sizinle beraberiz. (Onlarla) sadece alay ediyoruz.”
15- (Asıl,) Allah onlarla alay eder ve taşkınları içinde şaşkınca dolaşmalarına (belli bir) süre tanır.
16- İşte onlar, hidayete karşılık sapıklığı satın almışlardır; fakat bu alış verişleri kazançlı olamamış ve doğru yolu bulamamışlardır.
17- Onların örneği, tıpkı (karanlıkta) bir ateş tutuşturan adamın örneğine benzer; ateşi, çevresini her aydınlattığında, Allah onların ışığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakıverir de artık göremezler.
18- Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar dönmezler.
19- Ya da (onların örneği,) gökten boşanan, içinde karanlıklar, gök gürlemesi ve şimşek bulunan şiddetli bir yağmura (tutulmuş kimsenin örneğine benzer. Yıldırımların saldığı dehşetle; ölüm korkusundan parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar. Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.
20- Şimşek, neredeyse gözlerini kapıverecek. Önlerini her aydınlattığında (biraz) yürürler; üzerlerine karanlık basıverince de kalakalırlar. Allah dileseydi, işitmelerini de, görmelerini de gideriverirdi. Şüphesiz, Allah her şeye güç yetirendir.
Ayetlerin Açıklaması
“İnsanlardan bazıları da vardır ki, ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık.’ derler. Oysa inanmış değiller…” Ayetlerin orijinalinde geçen “hud’a” bir tür aldatmadır. “Şeytan” ise kötülüğün kaynağı, çok kötülük yapan demektir. İblis’in “Şeytan” olarak adlandırılması bu yüzdendir.
Bu ayetlerde münafıkların durumuna ilişkin açıklamalar yer almaktadır. İnşaallah, ileride Münafikûn suresinde ve diğer bazı surelerde onlardan ayrıntılı olarak söz edeceğiz.
“Onların örneği tıpkı (karanlıkta) bir ateş tutuşturan adamın örneğine benzer…” Bu, münafıkların durumlarını somutlaş-tıran bir örnektir. Onlar, koyu bir karanlığın içine düşmüş gibidirler; o karanlıkta iyiyi kötüden ve zararlıyı yararlıdan ayırt edemiyorlar. Bu yüzden aydınlanma gereçlerinden birine başvurma gereğini duyuyorlar. Bir ateş yakıp çevreyi görmek istiyorlar. Ateş tutuşup çevrelerini aydınlatınca yüce Allah, rüzgar ve yağmur gibi bir sebebi devreye sokarak ateşi söndürür. Böylece eski karanlığın içinde kalmaya devam ederler. Hatta bu defa iki karanlığın ortasında bocalarlar: Bir, çevrelerini saran karanlık; bir de şaşkınlık karanlığı, aydınlanma gerecinin devreden çıkması ile yaşadıkları psikolojik karanlık.
Bu örnek, münafikların durumunu gözler önüne seriyor. Bunlar mümin gibi görünerek, müminlerle iç içe yaşamaktan dolayı dinin sağ-ladığı bazı nimetlerden yararlanırlar. Miras ve nikâh gibi. Fakat imandan asıl yararlanma dönemi olan ölüm vakti gelip çatınca, yüce Allah, nurlarını giderir, amellerini geçersiz kılar, onları koyu bir karanlığın ortasında bırakır. Burada ne yapacaklarını, nasıl edeceklerini bilemez-ler. Hem eski karanlığın ve hem de amellerinin yol açtığı karanlığın içinde bocalayıp dururlar.
“Ya da (onların örneği,) gökten boşanan…” İfadenin orijinalinde geçen “sayyib”, şiddetli yağmur demektir. “Berk” herkesçe bilinen şimşek demektir. “Ra’d” ise, şimşek çakarken bulutlardan gelen gürlemedir. “Sâika” ise, şimşeklerden inen yıldırım demektir.
Bu ikinci örnek de, münafıkların iman niteliğini dışa vurmalarını somutlaştırmaktadır. Bu durumda onlar, tıpkı göz gözü görmez bir karanlığın ortasında şiddetli bir yağmura tutulan kimseler gibidirler. Şid-detli yağmur onları kaçıp kurtulma zorunda bırakıyor, karanlık ise buna imkân vermiyor. Gök gürlemesinin ve yıldırımların saçtıkları dehşet de onları çepeçevre kuşatmıştır. Artık tek seçenekleri, şimşekten ve onun sağladığı aydınlıktan yararlanmaktır. Ama şimşeğin aydınlığı sürekli ve kalıcı değildir. Şimşek çakınca bir parça yürürler; ardından tekrar karanlığın ortasında çakılıp kalırlar.
İşte, imanı benimsemeyen, ama müminmiş gibi görünmek zorunda kalan münafıkın durumu bundan ibarettir. Kalbi ile dili anasında birlik, uyuşma ve ahenk olmadığı için yolu bütünüyle aydınlanmaz. Bu yüzden ikide bir tökezlemesi ve ayağının kayıp yere kapanması kaçınılmaz olur. Biraz yürür, az sonra tekrar durur. Böylece yüce Allah, onu rezil eder. Şayet Allah dileseydi, görme ve işitme organlarını devre dışı bırakarak, daha ilk günden onu rezil ederdi.
[/toggle]
[toggle style=”closed” title=”21-25 AYETLER”]
21-25. AYETLER
21- Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbini-ze kulluk edin ki, belki korunasınız.
22- O, sizin için yeryüzünü bir döşek, gökyüzünü bir bina kıldı ve gökten yağmur indirerek sizin için (çeşitli) ürünlerden rızk çıkardı. Öyleyse, (bütün bunları) bile bile Allah’a eşler koşmayın.
23- Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphedeyseniz, o zaman siz de onun gibi bir sure getirin ve Allah’tan başka şahitlerinizi (kendilerine güvendiğiniz yardımcılarınızı) çağırın; eğer doğru söylüyorsanız (bunu yapın).
24- Ama eğer yapamazsanız, ki asla yapamayacaksınız, bu durumda, kâfirler için hazırlanmış, yakıtı insanlar ile taşlar olan ateşten sakının.
25- İman edip iyi işler yapanları müjdele. Gerçekten, onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Onlardaki meyvelerden rızk olarak kendilerine bir şey verildiğinde, her defasında, “Bu daha önce de rızk olarak bize verilen şey!” derler. Bu, benzeşir olarak onlara sunulmuştur. O cennetlerde, onlar için tertemiz eşler de vardır ve onlar oralarda süresiz kalacaklardır.
Ayetlerin Açıklaması
“Ey insanlar… kulluk edin ki…” Yüce Allah, bundan önce üç insan grubunun; muttakilerin, kâfirlerin ve münafıkların durumunu gözler önüne serdi. Muttakilerin, Rableri tarafından bir hidayet üzere olduklarını ve Kur’ân’ın onlar açısından bir yol gösterici olduğunu; kâfirlerinse, kalplerinin ve kulaklarının mühürlü olduğunu, gözlerinin önünde perde bulunduğunu; münafıkların da hasta olduklarını, yüce Allah’ın da onların hastalıklarını artırdığını, onların sağır, dilsiz ve kör olduklarını (ilk on dokuz ayet boyunca) açıkladı. Bunun ardından yüce Allah, şu beş ayette insanları Allah’a kulluk sunmaya, kâfirler ve münafıklardan değil, müminlerden olmaya çağırıyor.
Ayetlerin bu akışından anlaşılıyor ki, “belki korunasınız.” ifadesi, “kulluk edin” ifadesiyle bağlantılıdır, “sizi… yaratan” ifadesiyle değil. Bununla beraber, bunu her iki ifadeyle de bağlantılandırmak doğrudur.
“Öyleyse bile bile Allah’a eşler koşmayın.” ayetin orijinalinde geçen “endad” kelimesi, “nidd”in çoğuludur ve “misl” ile aynı kalıptan olduğu gibi aynı anlamı da ifade eder. “Bile bile” ifadesinin özel bir kayıtla sınırlandırılmadan “eşler koşmayın” ifadesi için hâl kılınması, insanların, az da olsa sahip oldukları bilgiler sayesinde, hiçbir şekilde yüce Allah’a eşler koşmamaları gerektiğini vurgulamaktadır. Çünkü, hem onları ve hem de onlardan öncekileri O yaratmış, evrensel düzeni O kurmuş ve bu düzen sayesinde beslenmelerini ve bu dünya üzerinde hayat sürdürmelerini mümkün kılmıştır.
“O zaman siz de onun gibi bir sure getirin.” ifadesi, Kur’ân-ı Kerim’in mucizeliğini vurgulama amacına yönelik, karşıtları çaresiz bırakan bir meydan okumadır. Kur’ân’ın Allah katından geldiğinde kuş-ku yoktur. Geçen zamana ve çağlara rağmen Kur’ân’ın mucizeliği devam eder. Bu tür meydan okumalar Kur’ân-ı Kerim’de sıksık tekrarlanır: “De ki: Andolsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka olsalar da.” (İsrâ, 88) “Yoksa, ‘Onu uydurdu’ mu diyorlar? De ki: Eğer doğru söylüyorsanız, siz de onun benzeri on uydurulmuş sure getirin; Allah’tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın.” (Hûd, 13) Şu hâlde, “onun gibi” ifadesindeki zamir, “indirdiğimiz” ifadesine dönüktür. Bu durumda, meydan okuma hem Kur’ân’ın kendisi, hem ifade tarzı ve hem de açıklama yöntemiyle ilgilidir.
Zamirin “kulumuz” ifadesine dönük olması da mümkündür. [Bu ihtimale göre ayetin meali şöyle olur: “O zaman siz de onun (Peygamber) gibi birisinden bir sure getirin.”] Bu durumda, bu meydan okuma Kur’ân’ı getiren kişinin, eğitim görmemiş okuma-yazmasız bir kişi oluşu, bu yüce ve değerli bilgileri, bu güzel ve sağlam ifade tarzlarını hiçbir kimseden öğrenmemiş bir kişi olması açısından ön plâna çıkıyor. Bu bakımdan ele aldığımız ifade, şu ayet-i kerimeyle aynı mesajı içermektedir: “De ki: Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size hiç bildirmezdim. Ben ondan önce aranızda bir ömür boyu kalmıştım, düşünmüyor musunuz?” (Yûnus, 16) Elimize ulaşan bazı rivayetlerde, ayetin her iki şekilde de tefsir edildiği görülmektedir.
Biliniz ki: Bu ve benzeri ayetler, Kur’ân-ı Kerim’de yer alan Kevser ve Asr sureleri gibi en kısa surelerin de mucize niteliğinde olduklarını ortaya koymaktadır. Kur’ân’ın mucizeliğini ifade eden ayetlerdeki zamirin, söz konusu ayetlerin içinde yer aldıkları Bakara ve Yûnus gibi surelere dönük olması ihtimali göz önünde bulundurularak bir değerlendirme yapılırsa, bu, alışılagelmiş ifade biçimlerine ters düşer. Çünkü Kur’ân’ın Allah’a iftira edilerek uydurulduğunu ileri süren birisi, Kur’ân’ın tümünü göz önünde bulundurur, bu iddiasında sureler arasında ayrım yapmaz.
Dolayısıyla, Bakara veya Yunus suresiyle ona meydan okumanın bir anlamı yoktur. Çünkü bu durumda, “Eğer, söz gelimi Kevser ve İh-lâs sureleri hakkında kuşku içindeyseniz, o zaman siz de Yunus suresi gibi bir sure getirin.” gibi bir anlam ortaya çıkar. Bunun da ne kadar yanlış bir anlam olduğunu herkes teslim eder.
Mucize ve Mahiyeti
Biliniz ki: Kur’ân-ı Kerim’in bu ayette, meydan okuyucu bir ifade tarzıyla kendini olağanüstü bir mucize olarak tanımlaması, gerçekte iki iddiayı gündeme getirmektedir. Birisi, mucize ve olağanüstülüğün varlığı; diğeri de, Kur’ân-ı Kerim’in mucize oluşu. Bilindiği gibi, ikinci iddianın kesinlik kazanması aynı zamanda birinci iddianın da kesinlik kazanması demektir. Kur’ân-ı Kerim de bu çerçevede kendisinin mucize oluşuyla meydan okuyarak, bununla yukarıda sözünü ettiğimiz her iki sonucu elde ediyor. Ancak bu noktada henüz, doğada alışılagelene aykırı bir görünüm sergileyen mucizenin nasıl gerçekleştiği açıklık kazanmış değildir. Doğanın normal sistemi, olguların bilinen somut sebeplerine dayanmalarını öngörür. Burada, nedensellik noktasında bir kuraldışlılığa ya da nedensellik yasasının şaşması veya çelişmesine rastlanmaz.
Kur’ân-ı Kerim, mucizenin hakikatini açıklayarak bu konudaki kuşkuları gidermektedir.
Kur’ân, konuya iki açıdan açıklık getirmektedir:
Birincisi; mucize vardır ve bunun örneklerinden biri de, meydan okuma yoluyla hem mucizenin varlığını, hem de kendisinin mucize olduğunu kanıtlayan Kur’ân-ı Kerim’dir.
İkincisi; mucizenin gerçek mahiyeti nedir? Doğada, onun olağan sisteminin dışında ve onun bütünlüğüyle çelişen gelişmeler nasıl meydana geliyor?
Kur’ân’ın Mucizeliği
Kur’ân-ı Kerim’in gerek Mekke ve gerekse Medine inişli birçok ayette kendi mucizeliğiyle meydan okuduğundan kuşku yoktur. Bütün bunlar gösteriyor ki, Kur’ân olağanüstü bir mucizedir. Hatta söz konusu ayet-i kerime, ikinci ihtimaliyle de, Kur’ân’ın mucizeliğini kanıtlamaktadır. Şu ayeti kastediyorum: “Eğer kulumuza indirdiğimizden şüp- hedeyseniz, o zaman siz de onun gibi bir sure getirin.” Yani, Peygamber (s.a.a) gibi birisinden onun getirdiğine benzer bir sure getirin.
Burada, Peygamber gibi eğitim görmemiş, okuma-yazması olmayan bir şahıstan onun getirdiğine benzer bir surenin getirilmesi noktasında meydan okunarak, asıl Kur’ân’ın mucize olduğu kanıtlanmaktadır, direkt ve dolaysız olarak Peygamberimizin peygamberliği kanıtlanmamaktadır. Bunun delili, ayetin başındaki şu ifadedir: “Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphedeyseniz.” Dikkat edilirse, “Eğer kulumuzun peygamberliğinden şüphedeyseniz.” denmiyor.
Dolayısıyla, Kur’ân-ı Kerim’de yer alan bütün meydan okumalar, Kur’ân’ın Allah katından gelen olağanüstü bir mucize olduğunu kanıtlama amacına yöneliktir. Meydan okumaya ilişkin mesajlar içeren ayetlerin bir kısmı genel ve bir kısmı da özel niteliklidir. En genel nitelikli meydan okuma da şu ayet-i kerimede ifadesini bulmaktadır: “De ki: Andolsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka olsalar da.” (İsrâ, 88) Bu ayet, Mekke inişlidir ve içerdiği meydan okuyuşun genel nitelikli olduğundan hiç kimse en ufak bir kuşku duymaz.
Şayet meydan okuma, sırf Kur’ân’ın ifadesinin belâgati, üslûbunun güzelliği ile ilgili olsaydı, sadece belli kavme karşı, yani cahiliye devrinin öz Arapları ile Arap dilinin (başka dillerle) karışıp bozulmasından önceki İslâmiyet devrinin Araplarına karşı meydan okunurdu. Oysa bu ayette bütün insanların ve cinlerin kulağı çınlatılmıştır.
Aynı şekilde, ifadenin belâgati ve fesahati dışında hakikî bilgiler, üstün ahlâka ilişkin öğretiler, yasalar, hükümler, gayb âlemine ilişkin haberler ve Kur’ân’ın indiği sıralar insanlığın henüz üzerindeki perdeyi aralayamadığı nice bilgiler gibi Kur’ân-ı Kerim’in kapsadığı niteliklerden herhangi birisiyle özellikle meydan okunmamıştır. Dolayısıyla, her iki topluluğa da mutlak bir şekilde meydan okunması, niteliksel açıdan üstünlük sağlanabilecek tüm hususlarla ilgilidir.
Şu hâlde, Kur’ân belâgat ve fesahat açısından beliğ ve etkin söz söyleyebilen insanlar için, hikmet açısından hekimler için, ilim açısından âlimler için, sosyoloji açısından sosyologlar için, yasalar açısından yasamacılar için, siyaset açısından siyasetçiler için, yönetim açısından yöneticiler için bir ayet, bir mucize olduğu gibi, tüm âlemler için de birlikte ulaşamadıkları, birlikte çözemedikleri konular açısından -gayb âlemi ile ilgili bilgiler, yargıda, bilgide ve ifadede görüş ayrılıklarının çözümü gibi- olağanüstü, erişilmez bir mucizedir.
Buradan anlaşılıyor ki, Kur’ân, bütün yönlerden mucizelik niteliğine sahip olduğunu ilân ediyor. O, insan ve cin türünün tüm bireyleri, geneli ve özeli, bilgini ve cahili, erkeği ve kadını, üstün yetenekli veya daha alt düzeydeki tüm söz anlayan akıl sahipleri açısından bir mucizedir. Çünkü insan, öz yaratılışı itibariyle iyiliğin, üstünlüğün bilincindedir; bu niteliklerin az veya çok oluşunu fark eder.
Şu hâlde her insan, kendisinin veya aile efradının sahip bulunduk-ları iyi ve üstün nitelikler üzerinde gözlemci bir yaklaşımla düşünsün, sonra da algıladıklarını Kur’ân’ın içerdiği iyi ve üstün niteliklerle karşılaştırsın, o zaman hak ve adaletle hükmetsin. Acaba insan gücü, gerçeklik noktasında Kur’ân’ın içerdiği bilgilere denk, kanıtlanmış ilâhî bilgiler ortaya koyabilir mi? Kur’ân’ın ortaya koyduğu ahlâkî sistemin saflığına ve üstünlüğüne denk, gerçeklere dayalı bir ahlâk sistemi ortaya koyabilir mi? Kur’ân-ı Kerim’in getirdiğine benzer insanların bütün amellerini kapsayan eksiksiz fıkhî hükümler koyabilir mi? Hem de tüm genişliğine rağmen bu hükümler çelişkiye neden olacak herhangi bir ihtilâfın bulunmaması şartıyla?! Bunun yanı sıra, her hükmünde ve elde ettiği her sonuçta tevhit ruhunu ve takva olgusunu koruyabilir mi? Koyduğu her hükmün temeline ve ayrıntısına temizliği, arılığı egemen kılabilir mi? Bu olağanüstü özen ve bu akıllara durgunluk veren titizlik, insanı hayran bırakan duyarlılık, okuma-yazması olmayan bir insandan kaynaklanabilir mi? Üstelik, bu insanın içinde yaşadığı toplumun tek ayrıcalığı haksız saldırı, talan etme, çalıp çırpma, insanların mallarını zorla gasp etme, kız çocukları diri diri toprağa gömme, yoksulluk korkusuyla çocukları öldürme, atalarla övünme, annelerle evlenme, günahları normal sayma, bilgiyi yerme, cehaletle belirginleşme olsa?! Ve sözde gayretkeşlik karakterine sahip olmalarına rağmen tüm zorbaların karşısında onursuzca ezilen, bir gün Yemenlilerin, bir gün Habeşlilerin, bir gün Romalıların ve bir gün İranlıların egemenliği altında yaşamış olan bir topluluk olsa, bu toplum?! Ki, Hicaz bölgesindeki cahiliye Araplarının durumu bundan ibaretti.
Bir insan, tüm âlemler için yol göstericilik iddiasıyla bir kitap ortaya koymaya yeltensin, sonra bu kitapta gayba ilişkin bilgilere, geçmiş ve geleceğe dair haberlere, geçip giden veya ileride ortaya çıkacak toplumların hayatına yer versin; bu kitapta bir değil, iki değil, birçok kıssaya, olaylara, geleceğe ilişkin gaybî bilgilere değinsin ve ama doğrudan hiç sapmasın; bu mümkün müdür?!
Sürekli bir dönüşüm ve tekâmül içinde olan maddî doğa âleminin bir parçası olan insan, mümkün müdür ki, insanlık âleminin her işine el atsın; dünyaya küçük-büyük, ince-kaba her konuda bilgiler, ilimler, kanunlar, hikmetler, öğütler, örnekler ve kıssalar sunsun ve fakat ömrünün sonuna kadar bütün bunların hiçbirinde en ufak bir değişiklik getirmeye bile ihtiyaç duymasın?! Oysa usulüyle, füruuyla bütün bun-lar, aşamalı bir süreçten geçmeye, değişik aşamalarda değişik değerlendirmelere tâbi tutulmaya, çeşitli deneyimlerden geçirilmeye mahkûm olan şeylerdir. Buna, bir de hiçbir insanın düşünce ve eylem nok-tasında kemal ve eksiklik açısından aynı yerde olamayacağı gerçeğini eklersek, Peygamberin (s.a.a) ve getirdiği ebedî mesajın yüceliği çok daha iyi anlaşılacaktır.
Bu anlamlar üzerinde düşünebilecek aklı başında bir insan, Kur’â-n-ı Kerim’in kapsadığı bu genel veya başka nitelikli meziyetlerin, beşer gücünün üstünde ve doğal araçların ötesinde olduklarından kuşku duymayacaktır. Şayet bunların üzerinde düşünülebilecek kapasitede ol-masa bile, insana yaraşır çizgiden sapmayacak, öz yaratılışından kaynaklanan duyarlılığı uyarınca, uzmanlık alanına girmeyen, hakkında bilgi sahibi olmadığı hususları uzmanlarına havale etmekten kaçınmayacaktır.
Denebilir ki: Meydan okumayı özel kapsamlılıktan çıkarıp genele yöneltmenin ne yararı var? Çünkü kitleler, bir çağrı karşısında çabuk heyecanlanırlar, ortaya konan her şeye koşabilecek karakterdedirler. Nitekim Bab, Baha, Kadiyanî ve Müseyleme gibi yalancıların getirdiklerini, deli saçmalarını ve hezeyanı andıran kanıtlarını onaylayıp benimseyenler çoktur.
Buna vereceğim cevap şudur: Bütün insanlar ve bütün zamanlar için mucize olabilmenin tek yolu, ilim ve bilgi türünden olmasıdır. Burada, insanların anlayış kapasitelerinin zorunlu olarak farklılık arzetmesi, yeteneklerinin aynı düzeyde olmaması sebebiyle herkesin bu mucizeyi kavrayamayacağı sorunu ise, üstün anlayışa ve isabetli bakış açısına sahip kişilerin onu iyice kavraması, ondan daha alt düzeyde olan kimselerin de onlara başvurmasıyla çözümlenir. Bu konuda insanın fıtrat ve içgüdüsü hâkim pozisyonundadır.
Bunu biraz daha açalım: İnsanın kavrama gücüyle algıladığı ve anlayışının ulaştığı her şey, her zaman ve mekândaki her birey için ay-nı kapsamlılığı ve genelliği ifade edemez. Ancak sözünü ettiğimiz şey, ilim ve bilgi türünden bir şey olursa o zaman durum değişir. Çünkü ilim ve bilginin dışında olağanüstü bir mucize olarak değerlendirilen her şey, doğal bir varlıktır ya da somut bir olgudur ve madde âleminin yasalarına boyun eğmeye mahkûm olup zaman ve mekânla sınırlıdır. Şu hâlde, ancak bazı insanlar tarafından gözlemlenebilir. Olasılığı bulunmayan bir varsayımla böyle bir mucizenin tüm bireyler için genellik ifade ettiği farz edilse dahi, ancak tüm mekânlar içinde, bir tek mekân için söz konusu olabilir. Tüm mekânları kapsadığı da varsayılsa, tüm zamanları kuşatması mümkün değildir.
Ancak Kur’ân öyle bir şey getirmiş ki, onunla tüm zamanlar ve tüm mekânlardaki bireylere meydan okuyabilmektedir.
Kur’ân’ın Bilgiye Meydan Okuması
Kur’ân-ı Kerim, özellikle bilgiyle meydan okur: “Sana bu kitabı, her şeyi açıklayan olarak indirdik.” (Nahl, 89) “Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın.” (En’âm, 59) Bu ve benzeri ayetler, Kur’ân-ı Kerim’in içerdiği bilgilerle meydan okuyuşunun örneklerini oluştururlar. Çünkü, Kur’ân’ın içerdiği küllî gerçekleri ve “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının.” (Haşr, 7), “…Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye…” (Nisâ, 105) emirleri uyarınca bunların Peygamberin açıklamalarına bırakılan cüz’î ayrıntılarını inceleyen biri, İslâm’ın, en üstün ve en ince ilâhî-felsefî bilgiler, üstün ahlâk, ibadetler, insanlar arası ilişkiler; siyaset, sosyoloji gibi insanı ilgilendiren her meselede ayrıntılı bilgiler sunduğunu ve bunların tümünü fıtrat temeline ve tevhit ilkesine dayandırdığını görecektir. Öyle ki, ayrıntılı hükümler analiz sonucu tevhit ilkesine, tevhit ilkesi ise bileşim sonucu ayrıntı niteliğindeki hükümlere dönüşür.
Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’in, zamanın geçmesine ve koşulların değişmesine rağmen her zaman kalıcığını ve insanların çıkarlarına uygunluğunu koruduğunu belirtiyor: “O, üstün bir kitaptır. Ne önünden, ne de ardından ona batıl gelmez. O, hüküm ve hikmet sahibi, çok övülen Allah tarafından indirilmiştir.” (Fussilet, 41-42) “O zikri biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz.” (Hicr, 9) Şu hâlde Kur’ân, neshin (yürürlükten kalkmanın) kendisine yol bulmadığı, dönüşüm ve tekâmül yasasının hakkında işlemediği kalıcı bir kitaptır.
Eğer denirse ki: Sosyal araştırmacılar ve kanun uzmanları günümüzde, toplumların değişmesiyle birlikte yürürlükteki yasaların da de-ğişmesinin, zamanın değişmesi ve uygarlığın gelişmesiyle birlikte kanunların da değişip gelişmesinin zorunluluğunu ortaya koymuşlardır.
Buna karşılık olarak derim ki: İleride bu konuya değineceğiz. “İnsanlar tek bir ümmet idi…” (Bakara, 213) ayetini incelerken bu husustaki kuşkuları gidereceğiz.
Özetleyecek olursak; Kur’ân-ı Kerim, yasamanın temeli olarak insan fıtratından kaynaklanan tevhit ilkesini ve insan mizacının vazgeçilmez gördüğü üstün ahlâkı öngörür. Yasama, evrensel bütünlük ve varlık âlemi ile uyum içinde gelişme göstermelidir diye ilân eder. Sözünü ettiğimiz araştırmacılar ise, görüşlerini toplumun değişmesi esasına dayandırırken tevhidî bilgiler ve üstün ahlâk gibi manevî değerleri göz ardı ederler. Dolayısıyla onların sözleri, manevî değerlerden yoksun maddî toplumlar için geçerlidir. “Allah’ın sözü ise en yücedir.”
Kendisine Kur’ân İnen Kişinin Şahsında Meydan Okuması
Kendisine ifade ve anlam olarak mucizelik niteliğine sahip Kur’ân indirilen okuma-yazmasız Peygamberin kişiliği de bir meydan okuma unsuru olarak ön plâna çıkarılmıştır. Bir öğretmenden ders almamış olması, bir eğitimci tarafından yetiştirilmemiş olması Kur’ân’ın mucizeliğine bir kanıt olarak ileri sürülüyor. “De ki: Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size hiç bildirmezdim. Ben ondan önce aranızda bir ömür boyu kalmıştım, düşünmüyor musunuz?” (Yûnus, 16)
Peygamber efendimiz (s.a.a) onlardan biri olarak aralarında yaşıyordu, bir ayrıcalığı olmadığı gibi uzmanlaştığı bir bilim dalı da yoktu. Öyle ki, kırk yaşına kadar ne şiir ve ne de nesir (düz yazı) şeklinde bir eser ortaya koymamıştı. Kırk yaş ise, onun ömrünün üçte ikisini oluşturuyor. O güne kadar, bu yönde bir çaba içine girmediği gibi, bu tür bir ideale sahip olduğu da görülmemiştir. Sonra ne oluyorsa, birden bire oluyor ve getirdiği mesaj karşısında dahiler küçük dillerini yutuyor, edebiyat ustaları dut yemiş bülbüle dönüyor. Ardından bu mesajı yeryüzünün dört bir yanına yayıyor ve bir tek bilgin, bir tek erdemli kişi ve bir tek üstün zekâlı kimse, karşısında söyleyecek bir şey bulamıyor.
Hakkında bütün söyleyebildikleri şundan ibarettir: Ticaret amacıyla Şam’a gitmiş ve Kur’ân’da yer alan kıssaları oradaki papazlardan öğrenmiştir.(!) Oysa Şam’a yaptığı seferlerde amcası Ebu Talip’le beraber olmuş ve o zaman henüz ergenlik çağına ermemiştir. Hz. Hatice’nin kölesi Meysere ile birlikte yaptığı seferde ise, yirmi beş yaşındaydı ve yolculuk sırasında ne gece ve ne de gündüz arkadaşlarından ayrılmamıştı. Ayrıldığı varsayılsa bile, bu sırada hangi bilgileri öğrendi? Bu hikmetli bilgileri ve gerçekleri nereden edindi? Fesahat ustalarının, karşısında küçük dillerini yuttuğu ve dost-düşman herkesin büyüleyiciliğini onayladığı bu olağanüstü ifade tarzını kimden öğrendi?
Bir iddia da şudur: Hz. Peygamber Mekke’de yaşayan bir Bizanslı demircinin yanına gider, onunla sohbet ederdi. Bu adam kılıç yapar ve bunları satarak geçimini sağlardı. Yüce Allah bu iddiayla ilgili olarak şöyle buyuruyor: “Biz onların, ‘Ona bir insan öğretiyor.’ dediklerini biliyoruz. Haktan saparak kendisine yöneldikleri adamın dili yabancı, bu ise apaçık Arapça bir dildir.” (Nahl, 103)
Bir iddia da, onun bazı bilgileri İranlı bir bilgin olan ve dinler ve mezhepler hakkında geniş bilgilere sahip bulunan Selman-ı Farisî’den öğrendiği şeklindedir. Oysa Hz. Selman Medine döneminde ona inanmıştır. Kur’ân’ın büyük çoğunluğu ise Mekke’de inmiştir. Kur’ân’ın Mekke’de inen kısmı, Medine’de inen kısmından daha çok kıssa ve küllî bilgiler içermektedir. Şu hâlde Selman ve diğer sahabîlerin inan-ması, ona ne tür katkılar sağlamıştır?
Kaldı ki, Eski Ahit ile Yeni Ahit (Tevrat ile İncil) ve onların içerdiklerin olayları inceleyen biri, ardından Kur’ân’ın anlattığı peygamberler kıssalarını ve geçmiş toplumların tarihini inceleyecek olursa, görecektir ki, bu tarih o tarihten ve bu kıssa o kıssadan farklıdır. Ahitlerde büyük yanlışlıklar, çarpıtmalar vardır. Bunlar, Allah’ın peygamberlerine yönelik korkunç iddialar içermektedir. Bu iddialar karşısında fıtrat tiksinti duyar, bu tür nitelikleri insanların en iyilerine ve en akıllılarına yakıştırmaktan hayâ eder. Beri tarafta ise Kur’ân, peygamberlerin pak ve masumluklarını ortaya koyuyor. Eski ve Yeni Ahit’te gerçeğe ilişkin bir bilgi vermeyen, erdeme ve ahlâka ilişkin ilkeler, öğütler içermeyen gereksiz bölümler vardır. Kur’ân ise, kıssaların sadece insanlara bilimsel ve ahlâkî olarak yarar sağlayan bölümlerine yer vermiş, geri kalan büyük kısmına hiç değinmemiştir.
Kur’ân’ın Gaybe İlişkin Haberleriyle Meydan Okuması
Kur’ân-ı Kerim’in gayb âlemine ilişkin haberler vermek suretiyle karşıtlarına meydan okuduğuna örnek oluşturan birçok ayet vardır. Bu ayetlerin bir kısmı, geçmiş peygamberlerin ve onların gönderildikleri toplumların yaşadıkları serüvenlerle ilgilidir: “Bunlar sana vahyettiği-miz gayb haberlerindendir. Ne sen, ne de kavmin, daha önce bunları bilmiyordunuz.” (Hûd, 49) Yüce Allah Yusuf Peygamberin kıssasını an-lattıktan sonra da şöyle buyuruyor: “Bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onlar kararlarını verip hile yaparlarken sen yanlarında değildin.” (Yûsuf, 102)
Meryem kıssası ile ilgili olarak da şöyle buyuruyor: “Bunlar gayb haberlerindendir; bunları sana vahyediyoruz. Onlardan hangisi Mer-yem’in bakımını üstlenecek diye kalemleriyle kur’a atarlarken sen yanlarında değildin; çekişirlerken de yanlarında değildin.” (Âl-i İm-rân, 44) “İşte Meryem oğlu İsa! Şüphe edip ayrılığa düştükleri, gerçek söz budur.” (Meryem, 34) Bunlar gibi daha birçok ayet vardır.
Gelecekte yaşanacak olaylara ilişkin haberler de yer alır, Kur’ân-ı Kerim’de. Şu ayette olduğu gibi: “Rumlar yenildi. En yakın bir yerde. Onlar, bu yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Birkaç yıl içinde.” (Rûm, 2-4) Şu ayetlerde de Peygamberimizin Medine’ye hicretinden sonra, Mekke’ye tekrar döneceği önceden haber verilmiştir: “Kur’ân’ı sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek yere döndürecektir.” (Kasas, 85) “Allah dilerse güven içinde, başlarınızı tıraş ederek ve kısaltarak, korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz.” (Fetih, 27) “O geri bırakılanlar, ganimetleri almak için gittiğiniz zaman, ‘Bizi bırakın, sizinle beraber gelelim.’ diyeceklerdir.” (Fetih, 15)
Şu ayetleri de aynı kategoride değerlendirmeliyiz: “Allah seni insanlardan korur.” (Mâide, 67) “O zikri biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz.” (Hicr, 9) Ve bunlar gibi müminlere yönelik ileriye dönük vaatler ve Mekkeli kâfir ve müşriklere yönelik tehditler içeren birçok ayet vardır ki, aynen tahakkuk etmişlerdir.
Bunun yanı sıra Kur’ân-ı Kerim’in bazı ayetleri, kimi toplumların ve kimi gelişmelerin işaretlerini, belirleyici özelliklerini içermektedir: “Helâk ettiğimiz bir ülkeye artık dünya hayatı haramdır. Onlar bir daha geri dönemezler. Nihayet Ye’cuc ve Me’cuc setleri açıldığı ve onlar her tepeden akın ettiği ve gerçek vaadin yaklaştığı zaman, birden inkâr edenlerin gözleri donup kalır: Vah bize, biz bundan gaflet içinde idik. Biz gerçekten zalim kimseler idik.’ (Enbiyâ, 95-97) “Allah sizden, inanıp salih amel işleyenlere vaat etti: Onları yeryüzünde hü-kümran kılacak.” (Nûr, 55) “De ki: O, sizin üzerinize, üstünüzden bir azap göndermeye kadirdir.” (En’âm, 65)
Şu ayet-i kerimeler de aynı kategori içinde değerlendirilirler: “Rüz- garları, aşılayıcı olarak gönderdik.” (Hicr, 22) “Orada her şeyden ölçüsü belirlenmiş ürünler bitirdik.” (Hicr, 19) “Dağları birer kazık kılmadık mı?” (Nebe, 7) Bu ayetlerin içerdikleri bilgiler, Kur’ân’ın indiği dönemlerde bilinmeyen bilimsel gerçeklere dayanmaktadır. Söz konusu gerçekler üzerindeki bilinmezlik perdesi ancak son çağlarda bilim alanındaki gelişmelerden sonra aralanabilmiştir.
Mâide suresinde yer alan şu ayet-i kerime de gayb âlemine ilişkin bilgiler içermektedir. (Bu yöntem, Kur’ân ayetlerinin bazısını bazısına uyarlama, bazısını bazısına tanık olarak öngörme esasına dayanan tefsir anlayışının özelliklerinden biridir.): “Ey inananlar, sizden kim dininden dönerse, (bilsin ki) Allah, yakında öyle bir toplum getirecek ki, O onları sever, onlar da onu severler.” (Mâide, 54) Yûnus suresinde yer alan bir ayette de şöyle buyurulur: “Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri onlara gelince aralarında adaletle hükmolu-nur ve onlara hiç zulmedilmez.” (Yûnus, 47) “Sen yüzünü Allah’ı birleyici olarak doğruca dine çevir: Allah’ın yaratışına, ki insanları ona göre yaratmıştır.” (Rûm, 30) Bunlar gibi, gelecekte İslâm ümmetinin veya tüm dünyanın tanık olacağı olayları haber veren birçok ayet vardır. Tüm bu haberler, Kur’ân’ın indiriliş döneminden sonrasını ilgilendirmektedir. İnşaallah, İsrâ suresinin ilgili ayetinde bu konuyu etraflıca irdeleyeceğiz.
Kur’ân’ın Çelişkilerden Uzak Olduğunu Söyleyerek Okuması
Kur’ân-ı Kerim, kimi ayetlerde de kendi içinde çelişki barındırma-dığını vurgulayarak meydan okur: “Hâlâ Kur’ân (ayetleri) üzerinde düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı.” (Nisâ, 82) Evren zorunlu olarak maddî niteliklidir, ona egemen olan yasa da dönüşüm ve tekâmül yasasıdır. Şu hâlde, bu evrenin bir parçası olarak varolan her şey, aşamalı bir varoluş süreci yaşar; zayıflıktan güçlülüğe, eksiklikten olgunluğa yönelir. Bu yöneliş, o şeyin hem özünde ve hem de özüne bağlı unsurlarda, davranış ve eylemlerinde söz konusudur. İnsan da bu süreci yaşar; varoluşu, eylemleri ve eylemlerinin sonuçları itibariyle dönüşüm hâlindedir, tekâmül etmektedir. Fikir ve kavrayış noktasında da bu kural geçerlidir. Aramızda hiç kimse yoktur ki, kendisini bugün dünden daha olgun, daha yeterli görmesin. Yine hepimiz, ikinci anımızda birinci anımızdaki söz ve davranışlarımızdaki sürçmelerimizle karşılaşmaktayız. Bu, bilinçli bir insan olarak kendini tanıyan herkesin kabul edeceği, inkâr edemeyeceği bir realitedir.
Bu kitabı, Peygamberimiz dönem dönem insanlara sunmuş, yirmi üç yıl boyunca, değişik şartlarda, farklı ortamlarda, Mekke’de, Medine’de, zaman zaman gece, zaman zaman da gündüz, yolculukta, mukimlikte, savaşta, barışta, zor günlerde, zafer günlerinde, güvenli dönemlerde, korkulu anlarda, ilâhî bilgileri sunmak, üstün ahlâkın kurallarını öğretmek, ihtiyaç duyulan her konuda dinî hükümleri yasalaştırmak amacıyla parça parça insanlara okumuştur. Buna rağmen benzeşen söz diziminde en ufak bir çelişki, birbirini tutmazlık söz konusu değildir. Nitekim kendisi, kendisini “(ayetleri) birbirine benzeyen ve tekrarlanan bir kitap” [Zümer, 23] olarak nitelendirmektedir. Sunduğu bilgiler, koyduğu temel ilkeler ve ahlâk kuralları açısından tek bir uyuşmazlık, birbirini çürütme meydana gelmemiştir. Tam tersine, ayetleri birbirlerini tefsir eder, birbirlerinin kapalı noktalarını açıklar niteliktedir.
Nitekim Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: “Kur’ân’ın bir kısmı bir kısmını destekler, bir kısmı bir kısmına tanıklık eder.” [4] Eğer Kur’ân Allah’tan başkası tarafından ortaya konulmuş bir eser olsaydı, ifade tarzının bazı yerleri diğer bazı yerlerinden daha güzel olacaktı, sözün vurgusu ve etkinliği bakımından bazı yerleri diğer bazı yerlerinden daha parlak olacaktı. Sunduğu bilgiler, koyduğu ilkeler ve kurallar da doğruluk ve yanlışlık, sağlamlık ve çürüklük noktasında farklılık arzedecekti.
Denebilir ki: Bu, salt bir iddiadır ve bir kanıta da dayanmıyor. Çünkü Kur’ân’da birçok çelişkilere ve anlaşılmaz ifadelere rastlanmıştır. Bunlar bir araya getirilse, ciltler dolusu kitap eder. Bunların bir kısmı, ifade biçimiyle ilgili ve belâgat açısından birer kusur sayılan sorunlardır. Bir kısmı da manevî anlamla ilgili ve Kur’ân’ın görüşleri ve öğretilerinin yanlışlığını ortaya koyan çelişkilerdir. Gerçi Müslümanlar bunlara cevap vermişlerdir ama, bu cevaplar gerçekte yorumdan öteye gitmezler, tutarlılık esasına ve orijinalitesi bozulmamış fıtrat duyarlılığına göre bir değer ifade etmezler.
Buna karşılık olarak ben de derim ki: İşaret edilen çelişkiler ve anlaşılmaz ifadeler, açıklamalarıyla ve doyurucu cevaplarıyla birlikte tefsir kitaplarında yer alırlar. Bu kitapta da yeri geldiğinde bu sorunlara değinilmiştir. Dolayısıyla bu eleştiri, delili olmayan boş bir iddiadan öteye gitmemektedir.
Kur’ân’da anlaşılmaz şeyler olduğunu ya da onda çelişki bulunduğunu iddia eden kimselerin, geniş tefsir kitaplarında cevaplarıyla birlikte değinilmemiş tek bir sorunları bulunmamaktadır. Ne var ki onlar, sorunları almış, bir araya toplamış, düzene sokmuş, ama cevaplarına değinmemişlerdir. Ne güzel söylemişler: “Eğer sevgi gözü (kusurları görememekle) suçlanıyorsa, (erdemleri görmeme noktasında da) kin gözü daha çok suçlanmaktadır.”
Denebilir ki: Peki Kur’ân’daki “nesh” olgusuna ne dersin? Çünkü bizzat Kur’ân onun geçerliliğinden söz ediyor: “Biz bir ayeti neshe-dersek veya unutturursak, ondan daha hayırlısını veya onun benzerini getiririz.” (Bakara, 106) “Biz bir ayetin yerine başka bir ayet getirdiğimiz zaman -ki Allah, neyi indirdiğini çok iyi biliyor-…” (Nahl, 101) Şimdi, ifade tarzı açısından bu değişikliklerin bir çelişki sayılmayacağını kabul etsek bile, nesih görüş değişikliği değil de nedir?
Buna karşılık olarak ben de derim ki: Kur’ân-ı Kerim’deki nesih olgusu, ifade tarzı açısından bir çelişki olarak değerlendirilemeyeceği gibi, bakış açısı ve hüküm değişikliği olarak da değerlendirilemez. Bunun açıklanması şöyledir: Bakarsın, olumlu koşullar gereği verilen bir hüküm bir güne uygun düşer de, koşulların değişmesi sonucu bir başka güne uygun düşmez. Bu durumda, o günün koşullarına uygun düşen yeni bir hüküm yürürlüğe konur.
Bunun en açık kanıtı, Kur’ân-ı Kerim’de, içerdikleri hükümleri yürürlükten kaldırılan ayetlerde, sözlü olarak bu ayetlerin içerdikleri hükümlerin ileride yürürlükten kaldırılacağının ima edilmiş olmasıdır. Örneğin, hükmü yürürlükten kaldırılan bir ayette şöyle buyuruluyor: “Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan dört erkek şahit isteyin; eğer şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun (hapsedin).” (Nisâ, 15) (Son cümlenin içerdiği ima dikkat çekicidir.) Bir başka ayette de şöyle buyuruluyor: “Ehlikitap’tan birçoğu, gerçek kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan sonra vazgeçirip kâfir olmanızı istediler. Allah emrini getirinceye kadar, affedin, hoş görün.” (Bakara, 109) Görüldüğü gibi, ifadenin son cümlesi, onlara karşı takınılacak tavra ilişkin hükmün geçici olduğunu ima ediyor.
Kur’ân’ın Belagatiyle Meydan Okuması
Kur’ân-ı Kerim, ifade tarzının belâgat ve etkinlik açısından erişilmez olduğunu vurgulayarak bu alanda da karşıtlarına meydan okuyor: “Yoksa, ‘Onu uydurdu’ mu diyorlar? De ki: ‘Eğer doğru söylüyorsanız, siz de onun benzeri on uydurulmuş sure getirin; Allah’tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın.’ Eğer size cevap veremedilerse, bilin ki o, Allah’ın bilgisiyle indirilmiştir ve O’ndan başka ilâh yoktur. Artık Müslüman oluyor musunuz?” (Hûd, 13-14) Ayetler Mekke’de inmiştir. “Yoksa, ‘Onu uydurdu’ mu diyorlar? De ki: ‘Eğer doğru söylüyorsanız, siz de onun benzeri bir sure getirin ve Allah’tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın.’ Hayır, bilgisini kavrayamadıkları, te’vili kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar.” (Yûnus, 38-39) Bu ayetler de Mekke’de inmişlerdir.
Bu ayetlerde, Kur’ân ifadelerindeki belâgat ve düzen açısından bir meydan okuma söz konusudur. Çünkü o dönemde Kur’ân’ın muhatabı olan öz Arapların en belirgin özellikleri, belâgatte ileri gitmiş olmalarıdır. Nitekim tarih, belâgat ve fesahat alanında, açık, anlaşılır ve etkileyici söz söyleme sanatı açısından öz Arapları geride bırakan eski ve yeni bir ulustan söz etmez. Araplar, güzel, yeterli, anlaşılır hâl ve makama uygun konuşma sanatı açısından eski-yeni tüm ulusları geride bırakmışlardı.
İşte Kur’ân onları gayretkeşliğe itecek ve içlerindeki asabiyet damarını kabartacak şekilde, onlarla özdeşleşmiş bir alanda onlara meydan okuyor. Gururları, başkalarının karşısında eğilmemeleri, ürünlerinin küçük görülmesini kabullenmemeleri, onların karakteristik özellikleriydi. Bu meydan okumanın üzerinden uzun zaman geçmiş, ama onlardan ses çıkmamıştı; gün geçtikçe çaresizlikleri biraz daha belirginleşmişti. Bu meydan okumanın karşısında sadece saklanıyorlardı, köşe bucak kaçıyorlardı. Nitekim yüce Allah, onların bu durumlarını şöyle tasvir ediyor: “İyi bilin ki onlar, ondan (Peygamberden) gizlenmek için göğüslerini bükerler. İyi bilin ki onlar, örtülerine büründükleri zaman, Allah onların içlerinde gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir.” (Hûd, 5)
Bu meydan okumanın üzerinden bin dört yüzyılı aşkın bir süre geçmiş olmasına rağmen, kimse onun bir benzerini getirebilmiş değildir ve kimse ona karşı çıkabilmiş değildir. Çıkanlar da rezil olmuşlardır, gülünç duruma düşmüşlerdir.
Kur’ân’a karşı çıkmaya yönelik bazı girişimlerin olduğu bilinmektedir. Söz gelimi yalancı Müseyleme “Fil” suresine nazire yaparak şöyle demiştir: “Fil; nedir fil? Nereden bileceksin ki, nedir fil? Onun sert bir kuyruğu ve uzun bir hortumu vardır.” Yalancı kadın peygamber Seccah’a hitap olarak da şöyle der: “Onu bir şekilde siz kadınlara girdiriyoruz ve yine onu bir şekilde siz kadınlardan çıkarıyoruz.” Şu saçmalıklara ve hezeyanlara bakıp da ibret alın. Şu da bazı Hıristiyanların Fâtiha suresine karşı uydurdukları bir sözdür: “Rahman’a hamdolsun. O, kâinatın Rabbidir, cezalandıran meliktir. İbadet sana ve yardım sendendir. Bizi iman yoluna ilet.” Ve bunların benzeri tutarsız bir sürü hezeyan ve söylence ortaya atılmıştır.
Denebilir ki: İnsan zekâsının ortaya koymuş olduğu söz, nasıl insan açısından mucize düzeyinde olabilir? İnsan zekâsından kendisinin kavrayamadığı bir şeyin sızması mümkün müdür? Oysa fail fiilinden daha güçlüdür, bir eseri ortaya koyan, eserini kuşatmış durumdadır. Başka bir ifadeyle, sözü anlamın alâmeti hâline getiren insanın kendisidir. Çünkü toplumsal ihtiyaç, insanı içindekini başkalarına anlatma zorunluluğunu doğurur. Dolayısıyla, sözdeki anlamı ortaya çıkarma (keşif) özelliği itibarî, sözleşmeli ve anlaşmalı bir özelliktir. İnsan zekâsının ürünü olan bu özelliğin, insan zekâsının sınırlarını aşıp zekâ tarafından kavranamayacak bir olağanüstülüğe ulaşması muhaldir. Şu hâlde, herhangi bir sözün zekâ tarafından kavranamayacak bir anlamın ortaya çıkarması da muhaldir. Aksi takdirde söz, itibarî bir alâmet olmaktan çıkar.
Eğer “Sözel terkiplerin arasında, mucize düzeyine ulaşan bir terkip vardır.” dense, bu demektir ki, kastedilen anlamlardan her birinin, eksiklik ve mükemmellik, fesahat ve belâgat açısından farklılık gösteren birçok terkibi vardır. Bu terkiplerin arasında, son derece etkin, en üst düzeyde bir terkip vardır ki beşer gücünü aşa. Mucize olan da bu terkiptir işte. Bunun gereği, ifade edilmek istenen her anlam açısından mucize niteliğine sahip tek bir terkibin olduğudur. Oysa Kur’ân-ı Kerim’in bir anlamı değişik ifadelerle ve farklı terkiplerle dile getirdiği çokça görülmektedir. Peygamberler kıssalarında bu tür sözel değişikliklere rastlamak mümkündür. Eğer Kur’ân’ın sözel terkipleri mucize nitelikli olsaydı, o zaman ifade edilmek istenen her anlam için, her zaman aynı sözel terkip kullanılmalıydı, başkası değil.
Ben derim ki: Bu iki şüphe ve benzeri diğer şüpheler, bazı araştırmacıları, Kur’ân’ın sözel mucizeliğini Allah’ın caydırması, engellemesiyle açıklamaya itmiştir. Bunu derken şunu kastediyorlar: Kur’ân-ın ya da bir veya birkaç suresinin bir benzerini getirmek, insan açısından imkânsız bir şeydir. Kur’ân’da yer alan meydan okuyucu ayetler ve yüzyıllardır Kur’ân’a karşı çıkanların bu husustaki çaresizlikleri bunu ortaya koyuyor. Fakat bu demek değildir ki, Kur’ân-ı Kerim’de yer alan ifadeler insan gücünün üstündedirler. Bilâkis, Kur’ân’da yer alan tüm ifadeler, insanlarca söylenebilecek türden ifadelerdir. Meselenin özü şudur:
Yüce Allah, insanları Kur’ân’a karşı çıkmaktan, onun bir benzerini ortaya koymaya kalkışmaktan alıkoyuyor, onları böyle bir girişimde bulunmaktan caydırıyor. Çünkü ilâhî irade beşer iradesine egemendir. Amaç, peygamberlik mucizesini korumak ve peygamberlik misyonunun dokunulmazlığını sağlamaktır.
Yukarıdaki iddia yanlıştır ve meydan okumaya ilişkin ayetlerin ifade ettiği gerçeklerle uyuşmaz: “Yoksa, ‘Onu uydurdu’ mu diyorlar? De ki: ‘Eğer doğru söylüyorsanız, siz de onun benzeri on uydurulmuş sure getirin; Allah’tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın.’ Eğer size cevap veremedilerse, bilin ki o, Allah’ın bilgisiyle indirilmiştir.” (Hûd, 13-14) Bu son cümleden anlaşılıyor ki, meydan okuma ile verilmek istenen mesaj, Kur’ân’ın Peygamber tarafından uydurulmadığı, onun Allah’ın bilgisi dahilinde indiğidir. Onun şeytanlar tarafından indirilmediğini vurgulamaktır. Nitekim yüce Allah, bir ayette şöyle buyuruyor: “Yoksa, ‘Onu uydurdu’ mu diyorlar? Hayır, onlar inanmıyorlar. Eğer doğru söylüyorlarsa, onun gibi bir söz getirsinler.” (Tûr, 33-34)
Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: “Onu şeytanlar indirmedi. Bu, onlara yaraşmaz ve zaten yapamazlar da. Çünkü onlar işitmekten uzaklaştırılmışlardır.” (Şuarâ, 210-212) Hâlbuki onların sözünü ettikleri caydırma ve vazgeçirme, Kur’ân’ın Allah katından indirilmiş bir kitap oluşuna değil, sadece Peygamberimizin (s.a.a) peygamberlik mis-yonunun doğruluğuna yönelik bir kanıt oluşturur. Yukarıda sunduğumuz ayetle aynı mesajı içeren bir ayet de şudur: “Yoksa, ‘Onu uy-durdu’ mu diyorlar? De ki: ‘Eğer doğru söylüyorsanız, siz de onun benzeri bir sure getirin ve Allah’tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın.’ Hayır, bilgisini kavrayamadıkları, te’vili kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar.” (Yûnus, 38-39)
Bununla da açıkça anlaşılıyor ki, imkânsızlığı ifade edilen şey, insanların Kur’ân’a benzer bir kitap getirebilmeleridir, hem kendilerinin ve hem de kendilerine bu hususta yardım edecek herkesin buna güç yetirebilmeleridir. Çünkü Kur’ân, bilgisini kuşatmadıkları, te’vilini bil-medikleri bir kitaptır. Onun bilgisini ancak yüce Allah kuşatabilir. Bu yüzden de ona karşı çıkmamakta, bir benzerini getirememekteler.
Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “Hâlâ Kur’ân (ayetleri) üzerinde düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gel-miş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı.” (Nisâ, 82) Bu da gösteriyor ki, insanları Kur’ân’ın benzerini ortaya koymaktan âciz kılan unsur, Allah’ın insanların onda çelişki bulmalarına engel olması değil, onun kendi içinde birbirini tutmaz şeyler barındırmasıdır; sözel ve anlamsal olarak bir çelişkinin Kur’ân’da yer almamasıdır. Bu yüzden Kur’ân’ın mucizeliğini, Allah’ın gönüllerde tasarruf ederek insanları ona karşı çıkmaktan caydırmasına bağlanmak kesinlikle yanlıştır, itibar etmemek gerekir.
Bu mukaddime aydınlandıktan sonra söz konusu iki şüphenin asıl cevabına geçelim. Birinci şüphede şöyle deniyordu: Belâgat sözün niteliklerindendir. Söz ise insan zekâsının icat ettiği bir şeydir. Dolayısıyla sözün insan zekâsının kapasitesini aşması mümkün değildir. Çünkü söz zekânın ürününden başka bir şey değildir.
Bu yaklaşıma verilecek cevap şudur: Söz açısından insan zekâsıy-la ilgili olan şey, lafızların tek başına ifade ettikleri anlamlardır. Ancak zihindeki anlamı, zihinde olduğu biçimde, tam veya eksik olarak, açık veya kapalı olarak anlatabilmek için kelimeleri sıralayıp cümle kurmak, aynı şekilde, ifade edilmek istenen anlamı, tüm bağlantılarıyla, öncülleriyle, ilintileriyle ya da bunların bir kısmıyla realiteye uygun olabilecek şekilde zihinde şekillendirmek, kelimeleri anlamlar karşılığında vazetmekle, kelimelere mana yüklemekle ilgisi bulun-mayan bir meseledir. Bu, bir yandan ifade etme ve belâgat sanatındaki maharete, kelimeleri sıralayıp güzel cümleler kurma yeteneğine, öte yandan da zihnin dış âlemdeki anlatılan olguyu tüm yönleriyle, gerekleriyle ve bağlantılarıyla algılamasındaki inceliğe, dikkatine bağlı olan bir şeydir.
Dolayısıyla meselenin üç yönü vardır. Bunlar, bir varlıkta aynı anda bulunabildikleri gibi, birbirlerinden ayrı olarak da bulunabilirler. Örneğin, bir insan herhangi bir dilin istisnasız tüm kelimelerini bilebilir, ancak konuşma yeteneğine de sahip olmayabilir. Bir insan da, söz ve ifade sanatında uzmanlaşmış olduğu hâlde, bilgi ve kültür yönünde yetersiz olabilir. Böyle bir insan, tüm anlamları kuşatıcı, doyurucu bir konuşma yapamaz. Bir başka insan da, bilgi ve kültür açısından büyük bir birikime sahip olabilir, keskin bir zekâsı ve duyarlı bir fıtratı olabilir. Fakat içindeki birikimi açık ve anlaşılır bir dille insanlara aktarmaktan, gözlemlediği güzellikleri ve göz alıcı manzaraları verdikleri mesajlarla birlikte, büyüleyici kelimelere yükleyip anlatmaktan âciz olabilir.
Bu üç olgudan yalnızca birincisi, insanın toplumsal zekâsıyla ortaya koyduğu şeyle ilgilidir. İkincisi ve üçüncüsü ise, insanın kavrama gücündeki bir tür letafet ve incelikle ilgilidir. Bilindiği gibi, bizim sahip bulunduğumuz kavrama gücünün kapasitesi sınırlıdır, ölçülüdür. Dışımızda meydana gelen olayları tüm ayrıntılarıyla ve dış âlemde yer alan olguları tüm bağlantılarıyla birlikte kuşatamayız. Dolayısıyla biz, hiçbir zaman hata işlemeye karşı güvencede değiliz. Bunun yanı sıra varoluşumuzun aşamalılığı, bilgilerimizin de aşamalı bir farklılığa sahip olmalarını, yani noksandan tamama doğru bir süreç içinde olmalarını gerektirir.
Bu yüzden bir konuşmacı ne kadar yetenekli olursa olsun ve bir şair ne kadar kurcalayıcı, bilinmezlikleri ortaya çıkarıcı olursa olsun, başlangıçta ortaya koyduğu eser, zekâsının ve kavrama kapasitesinin elverdiği ölçüde, son demlerinde ortaya koyduğu eserin düzeyine ulaşamaz. İnsan ürünü bir sözü ele alacak olursak, bu söz hiçbir şekilde yanılgıdan soyutlanmış olarak değerlendirilemez. Çünkü bu sözü söy-leyen kişi, her şeyden önce, konuşmasına konu olan olgunun tüm parçaları ve koşullarına vâkıf olamaz. Bu bir. İkinci olarak da; bu söz, ne önceki sözlerinin, ne de sonraki sözlerinin haddi ve ölçüsünde olamaz. Hatta çok ince olmasından dolayı biz somut olarak fark etmezsek bile, konuşmanın başı ile sonu eşit düzeyde olamaz. Çünkü dönüşüm ve tekâmül kuralı geneldir.
Dolayısıyla, hiçbir şaka ve çelişki içermeyen son söz niteliğini taşıyan ciddî bir söz gördüğümüz zaman (kuşatıcı bir bilgiden kaynaklanmayan söz de, şakanın ciddîsidir) hiç tartışmasız, bunun beşer sözü olmadığını anlarız. Yüce Allah bu gerçeği şöyle dile getirir: “Hâlâ Kur’ân (ayetleri) üzerinde düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı.” (Nisâ, 82) Bir ayette de şöyle buyurur: “Dönüşü olan göğe, yarılan yere andolsun ki o, (hak ile batılı, doğru ile yanlışı) ayıran son sözdür; o, şaka değildir.” (Târık, 11-14) Bu ayette değişken olan iki olguya, yani göğe ve yere yemin ediliyor. Hakkında yemin edilen şeyse, değişmeyen ve te’vilinden ibaret olan sabit gerçeğe dayanan Kur’-ân’dır. (İleride Kur’ân-ı Kerim’de yer alan “te’vil” kavramının ne anlama geldiğini açıklayacağız.)
Yüce Allah bir ayette de şöyle buyuruyor: “Hayır! O, yüce Kur’-ân’dır. Levh-i Mahfuz’dadır.” (Bürûc, 21-22) Bir ayette de şöyle buyuruyor: “Apaçık kitaba andolsun ki biz, düşünüp anlamanız için onu Arapça Kur’ân kıldık. O, katımızda bulunan ana kitaptadır. Şanı yücedir, hüküm ve hikmet doludur.” (Zuhruf, 2-4) Bir başka ayette ise şöy-le buyuruyor: “Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim. Bilseniz, bu büyük bir yemindir. O, elbette şerefli Kur’ân’dır. Korunmuş bir ki-taptadır. Temizlenenlerden başkası ona dokunamaz.” (Vâkıa, 75-79) Bu ve benzeri ayetler, Kur’ân-ı Kerim’in içerdiği anlamlar itibariyle kalıcı ve değişmez gerçeklere dayandığı gibi, kendisinin de değişmez olduğunu ortaya koyuyor.
Yukarıdaki açıklamaları anladıktan sonra bilirsin ki, dilin ortaya çıkışının insana dayanıyor olması, dili ortaya koyan insanın gücünün üstünde sözel terkibin olmamasını gerektirmez. Aksi takdirde, kılıç yapan demircinin onu kullanan en cesur, tavla ve satrancı çıkaranın onları oynayan en usta oyuncu ve udu icat edenin de onu çalan en güzel utçu olması gerekirdi.
Bütün bunlardan açıkça anlaşılıyor ki, söz sanatının erişilmezliği (eksiksiz belâgat), realiteyle örtüşen bir tür bilgiye dayanır. Bu örtüş-mede hem lafzın manayla örtüşmesi, hem de mananın zihinsel biçimin aktardığı dış olguyla örtüşmesi şarttır.
Lafız yönüne gelince; Şeyh Abdulkahir Cürcanî’nin Delâil’ül-İ’caz adlı eserinde belirttiği gibi, ortaya çıkışı itibariyle lafzın cüzleri arasındaki tertip, doğası itibariyle lafız ile ifade edilen mananın cüzleri arasındaki tertiple örtüşür olmalıdır.
Mana yönüne gelince; doğruluğu ve uygunluğu açısından dış gerçeğe dayanmalıdır ki, içerdiği gerçekler çarçabuk ortadan kalkmasın. Bu mertebe, bir önceki mertebenin dayanağıdır. Çünkü ciddiyeti olmayan nice beliğ şakalar vardır ki, ciddî sözler karşısında hiçbir değer ifade etmezler. Aynı şekilde cehalete dayalı nice belâgatli sözler vardır ki, asla hikmete karşı koyamazlar, karşı koyacak durumda olamazlar. Bu nedenle, lafız tatlılığına, üslûp güzelliğine, anlam belâgati-ne ve dış gerçekliğine bir arada sahip bulunan söz, en üst düzeydeki sözdür.
Bir söz, gerçeklik temeline dayanır, ifade ettiği anlam tam tamına hakikatle örtüşürse, başka gerçekleri yalanlamaz, başka gerçeklerce de yalanlamaz. Çünkü hakkın parçaları birbiriyle uyum içindedir, temelleri birbiriyle bağlantılıdır. Bir gerçek bir başka gerçeği geçersiz kılmaz, çürütmez. Bir doğru bir başka doğruyu yalanlamaz. Ama batıl, hem bir başka batılla ve hem de gerçekle çelişir. Yüce Allah’ın şu sözünün ifade ettiği derin anlama bakınız: “Gerçekten sonra sapıklıktan başka ne var?” (Yûnus, 32) Burada, gerçeğin tekliği, bölünmezliği ve parçalanmazlığı dile getiriliyor. Bir de şu ayetin içerdiği anlama bakınız: “Başka yollara uymayın. Yoksa sizi bölüp parçalar…” (En’âm, 153) Burada batılın dağınıklığı ve dağıtıcılığı, bölünmüşlüğü ve bölücülüğü dile getiriliyor.
Durum böyle olunca, gerçeğin cüzleri arasında ayrılık olmaz; tam tersine, her yönüyle bütünlük ve kaynaşmışlık olur. Gerçeğin cüzleri, birbirine götürür, birbiriyle sonuçlanır, birbirine tanıklık eder, birbirini anlatır.
Hiç kuşkusuz bu, Kur’ân’ın şaşırtıcı bir yönüdür. Kur’ân ayetlerinden her birinin ifade ettiği bir anlam, verdiği bir sonuç vardır. Bununla birlikte, bu ayetlerin her biri, uygun bir ayetle birlikte ele alınınca, bugüne kadar fark edilmeyen yepyeni bir gerçeği dile getirir. Sonra bir üçüncü ayet de bu gerçeği doğrular ve ona şahitlik eder. Bu, Kur’ân’ın özelliğidir, ayırıcı niteliğidir.
Bu kitabımızda yer verdiğimiz kimi açıklamalarda bu yöntemin bazı örneklerini göreceksiniz. Ne var ki, bu yolu izleyen olmamış, bu yöntem bir kenara bırakılmış durumdadır. Şayet tefsir bilginleri bu yönteme başvurmuş olsalardı, bu yolu izleselerdi, bugün Kur’ân’ın tatlı denizlerinden nice kaynaklarla, onda saklı bulunan mücevherlerden nice hazinelerle tanışmış olurduk.
Böylece Kur’ân’ın belâgat açısından mucize olamayacağı yönündeki eleştirinin her iki yönüyle de batıl ve yanlış olduğu ortaya çıkmış oldu. Çünkü belâgatin mucizeliği, sözel ifadeden dolayı değildir ki, “Sözü ortaya koyan insandır, şu hâlde nasıl olur da insan sözün en be-lâgatlisine ve en etkileyicisine güç yetiremez?!” denilsin; ya da, “Tasarlanabilecek sözel terkipler içinde sadece bir tanesi belâgatin doruğunda olur.
Şu hâlde, bir anlamı birden fazla sözel terkiple ifade etmek ve üstelik bu terkiplerin her birinin mucizelik düzeyinde, beşer gücünün üstünde olması mümkün müdür?!” söylensin. Çünkü; mucizelik, zihin ve dış âlemle ilgili tüm yönleri özünde barındıran anlamla ilgilidir.
Kur’ân’da Mucizenin Anlamı ve Gerçek Mahiyeti
Hiç kuşkusuz, Kur’ân-ı Kerim mucize olgusunun varlığını ve gerçekleşmişliğini onaylar. Kur’ân’ın onayladığı şekliyle mucize, olağanüstü bir olgudur ve doğada ve maddî varoluşun sınırları içinde doğa üstü bir tasarrufa işaret eder. Kur’ân’ın onayladığı mucize, aklın kesin hükümlerini geçersiz kılmaz. Dolayısıyla günümüzde bazı kimselerin, mucizenin varlığına delâlet eden ayetleri yorumlayarak, doğa üzerindeki bilimsel araştırmaların verileri ile bunlar arasında bir paralellik kurma amacına yönelik girişimleri boş ve anlamsızdır.
Kur’ân’ın mucize kavramı ile vurguladığı gerçek anlama gelince; aşağıdaki açıklamalarımız arasında buna yer vereceğiz.
1- Kur’ân, Genel Nedensellik Yasasını Onaylar
Kur’ân-ı Kerim, doğal fenomenler ve olayların sebepleri olduğunu ifade eder ve genel nedensellik yasasını doğrular. Nitekim aklın kesin hükmü de bu yasayı ispat eder, bilimsel araştırmalar ve tüm kanıtlamalar bu yasaya dayanır. Çünkü insan, öz yaratılışı gereği, hiç tereddüt etmeden her maddî gelişmenin arkasında meydana getirici bir illet, bir neden aramaktadır. Doğal bilimler ve öteki bilimsel araştırmalar da olayları ve olguları eldeki verilere göre ilgili illetlerine, sebeplerine dayandırırlar. İllet derken şunu kastediyoruz: Bizler, gözlemler ve deneyimlerimiz sonucu, doğada bir olgu veya birkaç olgu birden gerçekleştiği zaman, onlarla birlikte başka şeyler de gerçekleştiğini biliyoruz. İşte biz, o olgu veya olgulara illet (neden), meydana getirdiği şeylere de malûl (sonuç) deriz. Söz gelimi, deneyimle kanıtlanmıştır ki, bir “yanma” olayı söz konusu olduğu zaman, ondan önce ateş, hareket ya da çarpışma ve sürtüşme gibi yanmayı gerektirici bir illet (ne-den) söz konusudur. Bu yüzden, genellik ve değişmezlik nedenselliğin, sebep-sonuç ilkesinin vazgeçilmez hükümlerindendir.
Bu anlamı doğrulayan ifadeler Kur’ân-ı Kerim’de çokça yer alır. Ölüm, hayat, rızk, gök veya yer menşeli diğer gelişmeleri Kur’ân-ı Kerim, belli sebeplere bağlamakta, aynı zamanda bunların tümünü de tevhit ilkesi uyarınca, sonuçta yüce Allah’a dayandırmaktadır.
Evet; Kur’ân-ı Kerim, şu anlamda genel nedensellik yasasının doğ-ruluğunu vurgular: Herhangi bir sebep, kendisini gerekli kılan ve kendisine dayanak oluşturan etkileyici koşullarıyla birlikte gerçekleşirse ve arada bir engel yoksa, yüce Allah’ın izniyle bu sebepten etkilenen ve varlığı ona bağlı olan müsebbep de gerçekleşir. Müsebbep varsa, bu kaçınılmaz olarak sebebinin varlığını gösterir.
2- Kur’ân, Olağanüstü Olguları İspat Eder
Ayrıca Kur’ân-ı Kerim, birtakım olaylardan haber verir ki, bunlar doğada yürürlükte olan sebep-sonuç ilişkisine dayalı sistemin ölçüleri içinde, gözle görülür düzenin normlarına göre gelişmezler. Sözünü ettiğimiz olağanüstü gelişmeler, Kur’ân-ı Kerim’in kimi peygamberlere (selâm üzerlerine olsun) izafe ettiği mucizelerdir. Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lut, Davud, Süleyman, Musa, İsa ve Muhammed peygamberlerin (salât ve selâm tümünün üzerine olsun) gösterdikleri mucizeler gibi. Çünkü bunlar, normal doğa yasalarının ölçülerine uymazlar.
Şunu kesin olarak bilmek gerekir ki, söz konusu olaylar ve gelişmeler alışılagelmişin dışında olsalar bile, doğa yasalarına göre gerçek-leşmiyor olsalar bile, aklın kesin hükmünün inkâr etiği imkânsız gelişmeler değildirler. Söz gelimi, akıl şu tür iddiaları kesinlikle imkânsız görür: “İki çelişik önerme, birlikte doğru veya birlikte yanlış olabi-lirler.” Veya “Bir şey kendisi olmayabilir.” Ya da “Bir, ikininin yarısı değildir.” gibi. Bu gibi imkânsız olan şeyleri akıl kesin hükmüyle reddeder. Bu nedenle en eski dönemlerden beri, bütün milletlere mensup insanların akılları, yukarıda sözünü ettiğimiz şeylerin imkânsız olduk-larını onaylamışlardır. Eğer mucize de bizzat imkânsız olsaydı, hiçbir akıl onu kabul etmez ve bu hususta kanıt istemez ve herhangi bir kimse bir başkasına onu izafe etmezdi.
Ayrıca bu gelişmeler, yani mucizeler, temelden doğal sistem tarafından kabul edilemez nitelikte gelişmeler değildirler. Tersine, madde yasası her zaman bu tür bir hareket hâlindedir. Diriyi ölüye, ölüyü diriye dönüştürür, bir şekli diğer bir şeklin yerine koyar, bir olayı diğer olayla, rahatı sıkıntıyla, sıkıntıyı rahatla değiştirir. Normal gelişmeler-le mucizevî gelişmeler arasındaki tek fark şudur: Gözlemleyebildiğimiz maddî sebepler, sonuçlarla olan özel bağlantılarından dolayı, zamana ve mekâna ilişkin özel koşulların gerçekleşmesiyle aşamalı olarak etkilerini yaparlar. Söz gelimi; bir asâ, hareket eden bir yılana ve canlı bir insana dönüşebilir. Fakat böyle bir dönüşüm, normal koşullarda, özel sebeplerin, zaman ve mekâna bağlı özel koşulların ortaya çıkması ile mümkündür. Bu koşullarda, madde bir durumdan diğer bir duruma geçiş yapar, önceki biçimi yerine diğer bir biçime bürünür, nihayet gözlem ve deneyimle tespit edilen evrelerden geçerek öngörülen son şeklini alır. Böyle bir dönüşüm, rastgele koşullarda veya nedensiz olarak ya da bir dileyenin dilemesiyle olmaz. Nitekim, Kur’ân-ı Kerim’in sözünü ettiği mucizeler ve olağanüstü gelişmelerde görünürde böyle bir durum söz konusudur.
Her şeyi duyu organları ve basit deneyimlerle algılamaya alışık o-lan normal halk, bu tür olağanüstü gelişmeleri kabullenmekte bir hayli zorlandığı gibi doğa bilimleri de konuya iyimser yaklaşmamaktadır. Çünkü doğa bilimleri, ancak doğal sebep-sonuç sisteminin gözlemlenebilen yüzeyine ulaşabilmektedir. Bugünkü bilimsel deneyimlerin ve maddî gelişmelerin nedenlerini açıklamaya yönelik varsayımların uğraşı alanı olan yüzeyi kastediyorum.
Ancak bilim, olağanüstü olayların varlığını inkâr edemez, bunları perdeleyemez. Çünkü nice olağanüstü gelişmeler vardır ki, mücahede ve riyazet ehli tarafından ortaya koyuluyor ve herkes bunları gözleriy-le görüyor, yayınlarda dile getiriliyor, gazeteler ve kitaplarda kaydediliyor. Öyle ki, hiçbir akıl sahibi bunları inkâr edemez ve kuşku duyamaz.
Bu yüzden psikoloji alanında araştırma yapan bazı çağdaş bilim adamları, bu tür olağanüstülükleri görünmez elektrik ve manyetik akım dalgaları ile sebeplendirmeye çalışıyorlar. Onların varsayımlarına göre, ağır bedensel riyazet, insanı görünmez güçlü ve rumuzlu akımlara egemen kılar. Bu sayede gerilim ve açılım yoluyla maddî olarak şaşırtıcı ve olağanüstü niteliğine sahip hareketler, hareketlendirmeler ve tasarruflar ortaya çıkar.
Bu varsayım doğru olur ve hiçbir probleme karşılaşmazsa, bütün değişik gelişmeleri tek bir nedene dayandıran yeni ve geniş bir varsayım ortaya çıkacaktır. Eskiden olayların tümünü veya bir kısmını yorumlamaya yönelik “hareket ve kuvvet” varsayımı gibi bir varsayım.
Söylenenler bundan ibaret. Bu konuda da biraz haklı sayılırlar. Çünkü sürekli korunan doğal bir bağlantının varsayılmasıyla, doğal bir malûlün doğal bir illetin olmaması düşünülemez. Başka bir ifadey-le; biz, doğal illet derken, bazı doğal varlıkların bir araya gelmesini ve aralarında özel bağlantıların olmasını kastediyoruz. Aralarında özel bir ilgi bulunan bu varlıklardan yeni ve doğal bir varlık meydana gelir. Bu ikinci varlık, illetinden sonra ve onunla bağlantılı olarak meydana gel-miştir. Eğer ondan önceki sistemde bir aksaklık olsaydı, böyle bir şey meydana gelmeyecek ve varlığı gerçekleşmeyecekti.
Kur’ân-ı Kerim, her ne kadar olağan veya (bize göre) olağanüstü tüm maddî gelişmelerin temelinde yatan bu son doğal illeti, amacının dışına çıktığı için, adıyla ve etkisinin mahiyetiyle tanımlamasa da, ancak her maddî olayın temelinde, Allah’ın izniyle bir sebebin bulunduğunu dile getirir. Başka bir ifadeyle; her maddî olayın, varlığı itibariyle yüce Allah’a dayandığını belirtir. Her şey, doğal sistem içinde gerçekleşen varoluşu itibariyle yüce Allah’a dayanır. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor:
“Kim Allah’tan çekinirse, Allah ona bir çıkış yolu yaratır ve ona ummadığı yerden rızk verir. Kim Allah’a güvenirse, O, ona yeter. Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şey için bir ölçü koymuştur.” (Talâk, 2-3) Ayetin baş tarafı genellik ifade eder ve bir kayıtlandır-ma söz konusu değildir. Buna göre, bizim algıladığımız normal sebep-ler aksini gösterse, olmayacağının işaretini verse bile, yüce Allah, kendisinden çekinen ve kendisine güvenen kimseye yeter, istenen durum kaçınılmaz olarak gerçekleşir.
Yüce Allah’ın şu sözünün ifade ettiği genellik de bu amaca yöneliktir: “Kullarım, beni sana sorarlarsa, hiç şüphesiz ben yakınım; bana dua ettiği zaman dua edenin duasına karşılık veririm.” (Bakara, 186) Şu ayetler de buna örnek oluştururlar: “Bana dua edin, duanızı ka- bul edeyim.” (Mü’min, 60) “Allah, kuluna kâfi değil mi?” (Zümer, 36) Yukarıdaki ayetteki (Talâk, 2-3), “Allah emrini yerine getirendir.” cüm-lesi, baş taraftaki ifadedeki genelliğin sebebini açıklayıcı niteliktedir.
Yüce Allah’ın şu sözü de bu anlamı pekiştirir niteliktedir: “Allah, emrini yerine getirendir, ama insanların çoğu bilmezler.” (Yûsuf, 21) Bu cümlenin ifade ettiği anlam geneldir ve hiçbir şekilde sınırlandırılmaz. Buna göre, yüce Allah’ın irade ve meşiyetinin taalluk ettiği her olaya bir yolu vardır; alışılagelmiş normal yollar kapalı olsa dahi.
Burada iki ihtimal ortaya çıkar: Birincisi; yüce Allah, söz konusu gelişmeye maddî bir sebep ve doğal bir illet olmaksızın sırf iradesiyle müdahale edip yönlendirir. İkincisi; ortada doğal bir sebep vardır ve bu sebep bizim bilgimize kapalıdır; yüce Allah bu sebebi kuşatmış ve onun aracılığıyla iradesini gerçekleştiriyor.
Ancak söz konusu ayetin ikinci cümlesi, yani “Allah, her şey için bir ölçü kılmıştır.” ifadesi, bu iki ihtimalden ikincisine delâlet etmektedir. Çünkü burada, sonuçların normal sebeplerin gerektirdiğinden veya gerektirmediğinden daha kapsamlı oldukları dile getiriliyor. Her şeyin, Allah tarafından belirlenmiş bir ölçüsü, başka varlıklarla bağlantıları ve diğer olgularla varoluşsal ilintileri vardır. Normal sebepler-le ilişkisi kopuk olup aralarında bir bağlantı olmasa bile. Yüce Allah, bu bağlantılar aracılığıyla iradesini yürürlüğe koyabilir. Çünkü bu ilişkiler ve bağlantılar eşyanın mülkiyetinde değildirler ki, bir durumda emre uysunlar ve bir başka durumda da başkaldırsınlar. Tersine; bunlar, yüce Allah’ın emriyle var olmuşlar, O’na itaat ederler ve O’nun iradesine bağlıdırlar.
Bu ayet gösteriyor ki yüce Allah, varlıklar arasında bağlantılar ve ilişkiler koymuştur ve dilediği zaman bunlardan birini ele alabilir. Ama bu, varlıklar arasındaki nedensellik ilişkisinin iptali anlamına gelmez. Tersine; nedenselliğin Allah’ın kontrolünde olduğunu ve onu dilediği şekilde harekete geçirdiğini ortaya koyar. Şu hâlde, varlıklar âleminde gerçek bir nedensellik ve bağlantı vardır. Her varlık, kendinden önceki varlıklarla bağlantılı olup aralarında belli bir düzen söz konusudur. Ancak bu ilişki, bizim normalde gözlemlediğimiz varlıklar arası ilişki türüne benzemez. (Bu yüzden, mevcut bilimsel varsayımların varlıklar âlemindeki gelişmeleri izah etmede, sebeplendirmede yetersiz kaldıklarını görüyoruz.) Tersine, bu ilişki türü, yüce Allah’ın bilgisine ve düzenlemesine göre gelişme gösterir.
İşte kadere ilişkin ayet-i kerimeler de bu gerçeği dile getirmektedirler: “Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın, ama biz onu bilinen bir miktar ile indiririz.” (Hicr, 21) “Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer, 49) “Her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, ölçüsünü tayin etmiştir.” (Furkan, 2) “O ki, her şeyi yarattı, düzene koydu. O ki, belirleyip hedefini gösterdi.” (A’lâ, 2-3) “Ne yerde, ne de kendi canlarınızda meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta olmasın.” (Hadîd, 22) “Hiçbir musibet başa gelmez ki, Allah’ın izniyle olmasın. Kim Allah’a inanırsa, onun kalbini hidayet eder. Allah, her şeyi bilendir.” (Teğâbun, 11) Birinci ayetle birlikte diğer ayetler, şeylerin belirsizlik alanından, Allah’ın takdiri sonucu belirlilik ve belirginlik aşamasına indiklerini gös-teriyor. Yüce Allah, onları belli bir ölçüyle sınırlandırıyor. Bir şeyin diğer varlıklarla olan tüm bağları belirlenmeyince, sınırlanmayınca, o şeyin sınırlı ve ölçülü oluşu bir anlam ifade etmez. Maddî bir varlık, diğer tüm maddî varlıklarla ilişki ve bağlantı hâlindedir. Varlıklar bütünü, şeylerin varlığını belirleyen, sınırlandıran ve ölçen bir kalıp gibidir. Çünkü bütün maddî varlıklar, varlıklar bütünüyle ölçülürler, on-larla bağlantılıdırlar. Her maddî varlık, kendinden önceki ve kendisiyle birlikte olan tüm varlıklarla bağlantılıdır ve kendisi gibi bir varlığın malûlüdür, sonucudur.
Yaptığımız bu açıklamaları şu ayet-i kerimelerle pekiştirmek müm-kündür: “İşte Rabbiniz Allah budur, her şeyin yaratıcısıdır.” (Mü’min, 62) “Hiçbir canlı yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Gerçekten Rabbim, doğru bir yol üzerindedir.” (Hûd, 56) Bu iki ayet, daha önce Kur’ân-ı Kerim’in genel nedensellik yasasını onayladığına ilişkin olarak sunulan ayetlerle birlikte ele alındıkları zaman, istenen sonuca yaklaştırırlar.
Şöyle ki: İlk ayet, yaratılışı her şeye genelleştiriyor. Hiçbir şey yoktur ki, yüce Allah tarafından yaratılmış olmasın. İkinci ayet ise, yaratılış ve varoluşun bir ahenk içinde ve bir düzen doğrultusunda ger-çekleştiğini, değişikliğin, karışıklığın, çarpıklığın söz konusu olma-dığını ifade ediyor.
Bildiğiniz gibi, Kur’ân-ı Kerim, maddî varlıklar arasında genel ne-densellik yasasını doğruluyor. Böylece anlaşılıyor ki, maddî varlıklara egemen olan yasalar sistemi, ister normal şekliyle, ister olağanüstü şekliyle yürürlükte olsun, kesinlikle doğru yol üzerindedir. Bu yolda bir değişiklik olmaz. Sistem, bir ahenk içinde devam eder. Burada her olay, kendisinden önceki zorlayıcı bir illetin malûlüdür.
Yine buradan hareketle anlıyoruz ki, kimi durumlarda, sonuçlarından ayrılan sebepler, o sonuçların gerçek sebepleri değildirler. Tersine; burada gerçek sebepler vardır, bunlar sürekli yürürlüktedirler, hükümleri ve özellikleri değişikliğe uğramaz. Nitekim, hayatın kökeni ile ilgili bilimsel deneyimler ve az önce değindiğimiz olağanüstü gelişmeler, bunu destekler niteliktedirler.
3- Kur’ân, Maddî Nedene Dayanan Şeyleri Aynı Zamanda Allah’a Dayandırır
Kur’ân-ı Kerim, eşya arasında nedensellik kuralının varlığını, bazı şeylerin diğer bazı şeylere sebeplik oluşturduğunu onayladığı gibi, bü-tün her şeyi sonunda Allah’a dayandırır. Buradan çıkan sonuç şudur: Varoluşsal sebepler, etkileme açısından kelimenin tam anlamıyla bağımsız değildirler. Tüm anlamıyla gerçek etkinlik, tartışılmaz otoriteye sahip yüce Allah’a özgüdür. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “İyi bilin ki, yaratma ve emir O’nundur.” (A’râf, 54) “Göklerdekilerin ve yerdekilerin hepsi Allah’ındır.” (Bakara, 284) “Göklerin ve yerin mül-kü O’nundur.” (Hadîd, 5) “De ki: Hepsi Allah katındandır.” (Nisâ, 78)
Bunun gibi daha birçok ayet vardır ki, bunlar her şeyin salt Allah’ın mülkü olduğunu, bu hususta kimsenin O’na ortak olmadığını, bunlar üzerinde dilediği gibi tasarruf ettiğini ifade ederler. O’nun dışında hiç kimsenin tasarruf yetkisi yoktur. Ancak O, dilediği kimseye izin verir ve bazı hususlarda ona tasarruf yetkisi tanır; ama hiç kimse bu tasarrufunda bağımsız değildir. Çünkü izin alan kişinin tasarruf yetkisi, sadece izin verilen alanlarla sınırlı kalır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “De ki: Allah’ım, ey mülkün sahibi, sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü alırsın.” (Âl-i İmrân, 26) “O ki, her şeye yaratılışını verdi, sonra onu doğru yola iletti” (Tâhâ, 50) Bu anlamda başka ayetler de vardır. Yine şöyle buyuruyor: “Göklerde ve yerde olanların hepsi Onundur. O’nun izni olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir?” (Bakara, 255) “Sonra arşa istiva etti; işi tedbir eder. O’nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez.” (Yûnus, 3)
Buna göre, sebeplerin, sebepliğe sahip olmaları yüce Allah’ın ken-dilerine bu yetkiyi vermiş olmasına bağlıdır. Hiçbir sebep, sebepliğinde bağımsız değildir. İşte yüce Allah, bu anlamı şefaat ve izinle ifade ediyor. Bilindiği gibi izin olgusu, ancak tasarrufa engel oluşturan bir şeyin varlığı durumunda söz konusu olabilir. Engel olgusu da, engelleneni etkisiz bırakan, tasarrufta bulunmasını önleyen bir unsurun var-lığı durumunda geçerlidir. Böylece anlaşılıyor ki, her sebepte sonucu gerektiren bir etkinlik özelliği vardır ki, herhangi bir engel olmadığı takdirde bu etkinlik kendini gösterir. Bununla birlikte işler bütünüyle yüce Allah’ın elindedir.
4- Kur’ân, Mucizelerde Peygamberlere Etkin Rol İspat Eder
Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Hiçbir elçi, Allah’ın izni olmadan bir mucize getiremez. Allah’ın emri geldiği zaman hak yerine getirilir ve işte o zaman Allah’ın ayetlerini boşa çıkarmaya uğraşanlar, hüsrana uğrarlar.” (Mü’min, 78) Burada, herhangi bir peygamberin herhangi bir mucize göstermesi, yüce Allah’ın iznine bağlanıyor, peygamberlerin gösterdikleri mucizeler üzerinde peygamberlerin içinde olan bir etkenin rol oynadığı, ancak bu etkenin devreye girebilmesi için, daha önce de söylediğimiz gibi, Allah’ın izninin şart olduğu belirtiliyor.
Bu hususla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: “Süleyman’ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurdukları sözlere uydular. Oysa Süleyman küfre gitmemişti. Fakat o şeytanlar, küfre gittiler; insanlara büyü öğretiyorlardı ve yine onlar Babil’de Harut ve Marut adlı meleklere indirilene uydular. Oysa o ikisi (Harut ve Ma-rut), ‘Biz bir fitneyiz; sakın küfre gitme!’ demedikçe, kimseye bir şey öğretmiyorlardı. Onlar, o ikisinden, erkekle karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Ancak, Allah’ın izni olmadan o büyü ile hiç kimseye zarar veremezler.” (Bakara, 102)
Ayet-i kerime genel olarak sihrin gerçekliğini dile getirmekle birlikte, tıpkı mucizede olduğu gibi sihirde de, sihir yapan kimsede var olan bir gücün etkili olduğunu, ancak ilâhî izin olmadan bu gücün hiçbir işe yaramayacağını ortaya koyuyor.
Kısacası, ister mucize, ister sihir ve isterse evliyanın kerameti veya riyazetler ve meşakkatli mücahedelerle sağlanan özellikler gibi tüm olağanüstü olgular, ayet-i kerimelerde vurgulandığı gibi insanın içinde varolan birtakım etkenlere ve irade gücüne dayanır. Bunun yanı sıra ayet-i kerimelerde, peygamberlerin içinde varolan bu etkenin, her durumda tüm sebeplere egemen olduğu dile getirilmektedir: “Gönderilen peygamber kullarımıza şu sözümüz geçmişti: Mutlaka kendilerine yar-dım edilecektir ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur.” (Saffât, 171-173) “Allah, ‘Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz’ diye yazmıştır.” (Mücâdele, 21) “Elbette biz, elçilerimize ve inananlara hem dünya hayatında, hem de şahitlerin duracakları günde yardım edeceğiz.” (Mü’min, 51) Bu ayetler, hiçbir kayıtla mukayyet olmayan genel nitelikli anlamlar içermektedirler.
Buradan hareketle diyebiliriz ki, varolan ve üstünlüğü tartışılmaz şekilde belirgin olan bu iç etken, doğaötesi ve madde üstü bir olgudur. Çünkü maddî olgular ölçülü, oranlı ve sınırlıdırlar. Sürtüşme ve çarpışma durumunda kendilerinden daha güçlü olan bir olgu karşısında yenik düşerler. Soyut olgular da, öyle olmakla birlikte, bir şekilde mad-deyle ilintili olmadıkça, aralarında sürtüşme ve engelleşme söz konusu olmaz. Allah’ın izniyle her zaman üstün olan bu soyut iç etken, maddî bir engelle karşılaştığı zaman, Allah ona öyle bir güç verir ki, hiçbir maddî engel onun karşısında tutunamaz.
5- Peygamberlerdeki Ruhanî Güce Dayandırdığı Gibi Allah’ın Emirlerine De Dayandırır
Bir önceki bölümde yer alan ayetin şu son cümlesi, yani “Allah’ın emri geldiği zaman hak yerine getirilir…” ifadesi gösteriyor ki, peygamberlerdeki o iç etkenin etkinliği, Allah’ın iznine bağlı olduğu gibi, o izinle birlikte yüce Allah’tan gelen bir emre de bağlıdır. Demek ki, diğer bütün sebeplerde olduğu gibi peygamberlerdeki mucizeleri mey-dana getirici iç etkenler de, ancak Allah’ın emrine denk düştüğü veya onunla özdeşleştiği takdirde etkili olabilir.
Emrin ne demek olduğu şu ayet-i kerimede açıklanmıştır: “O’nun işi (emri), bir şeyi istedi mi ona, sadece ‘Ol’ demektir, hemen oluverir.” (Yâsîn, 82) Yüce Allah’ın işleri, var etmeye ilişkin sözle ve “Ol” kelimesiyle tahakkuk bulur. “Bu bir öğüttür; dileyen Rabbine varan bir yol tutar. Ancak, Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz.” (İnsân, 29-30) “O, bütün âlemlere öğüttür; aranızdan doğru hareket etmek dileyenler için. Ancak, âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz.” (Tekvîr, 27-29)
Bu ayetler gösteriyor ki, insanın dilemesine ve tercihine bağlı olan bir iş, yüce Allah dilemedikçe gerçekleşmez. Allah, insanın o işi istemesini ister, o işi irade etmesini irade eder, sonra o iş gerçekleşir. Bu ayet-i kerimeler, şunu anlatmak istiyor: İnsanın işleri kendi eliyle ve kendi iradesiyle gerçekleşmesine rağmen, iradesi ve istemesi kendi elinde değildir. Bu, bütünüyle yüce Allah’ın iradesine bağlı bir şeydir. Yoksa bu ayetler, insanın her dilediğini Allah da dilemiştir, demiyor. Böyle düşünmek, fahiş bir hata olur ve insanın bir fiile yönelik iradesinin gerçekleşmemesi durumunda, Allah’ın iradesinin gerçekleşmemesini gerektirir. Oysa yüce Allah böyle bir nitelendirmeden münezzehtir, uzaktır. Ayrıca, böyle bir düşünce birçok ayetin açık anlamına da ters düşmektedir. Şu ayetler gibi: “Dileseydik, herkese hidayetini verirdik.” (Secde, 13) “Rabbin isteseydi, yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanırdı.” (Yûnus, 99) Bu anlamda başka ayetler de vardır.
Buna göre, irademiz ve dileğimiz bizde gerçekleştiğinde, bu, Alla-h’ın bunu irade etmesi ve dilemesiyle gerçekleşmiş olur. Aynı şekilde, fiillerimiz de, bizim irademiz ve dileğimiz aracılığıyla Allah’ın iradesi sonucu gerçekleşir. Bu ikisi, yani irade ve fiil de, birlikte yüce Allah’ın emrine ve “Ol” kelimesine bağlıdır.
Dolayısıyla olgular, ister olağan, ister olağanüstü olsunlar, olağanüstü olgular da ister mucize ve keramet gibi hayır ve mutluluk yönünde olsunlar, ister sihir ve kehanet gibi kötülük yönünde olsunlar, gerçekleşme noktasında doğal sebeplere dayanırlar. Bununla beraber yüce Allah’ın iradesine bağlıdırlar, Allah’ın emri olmadıkça gerçekleşemezler. Bunu için de sebep, ya Allah’ın emriyle aynı doğrultuda olmalı ya da onunla birleşmiş olmalıdır.
Gerçi bütün şeyler, varlıklarının ilâhî emre dayalı olması açısından eşittirler -öyle ki, Allah’ın o şeylerin varoluşuna ilişkin izni ve emri gerçekleşirse, o şeyler de sebepleri aracılığıyla gerçekleşirler, izni ve emri gerçekleşmezse de, sebeplerin sebepliği tamamlanmadığı için, gerçekleşmezler- ancak bu şeylerin bir kısmı -peygamberlerin gösterdikleri mucizeler ve kulun dua aracılığıyla Rabbine yönelttiği dilekler gibi- hiçbir şekilde Allah’ın gerektirici iradesinden ve kesin emrinden ayrı düşünülemezler.
Şu ayet-i kerimeler bunu açık biçimde ortaya koyuyorlar: “Allah, ‘Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz’ diye yazmıştır.” (Mücâdele, 21) “Bana dua edince dua edenin duasına karşılık veririm.” (Bakara, 186)
Önceki bölümde yer verdiğimiz birçok ayetle birlikte bu ayetler, üzerinde durduğumuz gerçeği bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadırlar.
6- Kur’ân, Mucizeleri Alt Edilmez Bir Sebebe Dayandırır
Bundan önceki bölümlerden anlaşıldığı kadarıyla mucizenin, tıpkı öteki olağanüstü olgular gibi, doğal bir sebebe ihtiyaç duymak bakımından olağan olgulardan farklı bir yanı yoktur ve her ikisinde de gözlemlenmeyen birtakım gerçek sebepler söz konusudur. Aralarındaki tek fark şudur: Olağan gelişmeler görünürde birtakım zahirî sebeplere dayanırlar, ancak bu zahirî sebeplerin ardında genelde veya çoğunlukla birtakım gerçek sebepler vardır ki, yüce Allah’ın iradesi ve emri de bunlara eşlik eder. Ancak sihir ve kehanet gibi kötülük yönündeki veya duaların kabul olunması ve benzeri gibi iyilik yönündeki olağanüstü olaylar, Allah’ın izni ve iradesiyle, alışılagelmiş sebepler türünden olmayan gerçek doğal sebeplere dayanırlar.
Mucize de aynen bunlar gibi, Allah’ın izni ve emriyle gerçek bir doğal sebebe dayanır. Yalnız, mucizede bunlardan ayrı olarak peygamberliğin, elçiliğin ve Allah’a yönelik davetin doğruluğunu ispat için; “Bu iş insan gücünü aşan ilâhî bir iştir; inanmıyorsanız, siz de böyle bir iş yapın da görelim.” diye bir iddia, bir meydan okuma söz konusudur. Ayrıca, diğerlerinin aksine son iki kısmın (duaların kabul olunması sonucu meydana gelen olağanüstü gelişmeler ile mucize) sebepleri kesinlikle alt edilemezler.
Denebilir ki: Buna bakılırsa, şayet mucizenin doğal sebebine ulaşılabilirse, peygamber olmayanların da mucize göstermeleri mümkün olur ve mucize ile diğer doğal gelişmeler arasında bir fark kalmaz, mucizenin izafî bir kavram olduğunu kabullenmemiz gerekir. Şu hâlde bazı insanlara göre mucize olan bir olgu, onun gerçek doğal sebebini bilen diğer insanlara göre mucize olmayabilir. Bir çağda mucize sayılan bir şey, bilim çağı olan diğer bir çağda mucize sayılmayabilir. Onun için şayet bilimsel gelişmeler, en üst düzeyde gerçek doğal sebepleri ortaya çıkarırsa, mucize diye bir şey kalmaz ve onunla herhangi bir iddia ispatlanamaz. Bu varsayımların doğru olduğu takdirde şu sonuç ortaya çıkar: Mucize özü itibariyle kanıt değil, sebebini bilmeyen cahil kimseler tarafından kanıt olarak algılanmaktadır.
Buna verilecek cevap şudur: Kesinlikle hayır. Mucizenin mucizeliği, bilinmeyen bir doğal sebebe dayanıyor olmasından kaynaklanmıyor ki, bilinmezlik ortadan kalkınca mucizelik de ortadan kalksın, kanıtlığı geçersiz olsun. Sırf olağandışı bir sebebe dayandığından dolayı da bu niteliği kazanmış değildir. Mucizeyi mucize yapan; olağan dışı, aynı zamanda asla alt edilemeyen, daima üst olan bir sebebe, bir nedene dayanıyor olmasıdır. Duanın kabulü sonucu hastanın şifa bulmasının keramet sayılması da sebebinin alt edilemez olmasından dolayıdır. Yoksa, böyle bir olay, başka türlü de gerçekleşebilir. İlâçla tedavi gibi. Fakat bu durumda olay olağanlık niteliğini kazanır ve dayandığı sebep daha güçlü bir sebep tarafından alt edilebilir.
7- Kur’ân, Mucizeyi Peygamberliğin Doğruluğuna Dair Avamca Bir Delil Değil, Kesin Bir Kanıt Sayar
Bu noktada şöyle bir soru akla geliyor: Akıl, peygamberin Allah’a kulluk sunmaya ilişkin çağrısının doğruluğu ile peygamberin olağanüstü bir olgu meydana getirmesi arasında zorunlu bir bağlantı öngör-mediği hâlde, mucize ile peygamberlik iddiasının doğruluğu arasında ne gibi bir bağlantı olabilir? Kur’ân-ı Kerim’in anlattığı, Hud, Salih, Musa, İsa ve Muhammed (s.a.a) gibi peygamberlerin kıssalarından da, bu ikisi arasında böyle bir bağlantının olmadığı anlaşılmaktadır. Kur’-ân’ın anlattığına göre, bu peygamberler davalarını yayarlarken, davalarının gerçekliğini ortaya koyan bir mucize göstermeleri önerisi ile karşılaşmışlar. Onlar da öneriyi olumlu karşılayıp birtakım mucizeler göstermişlerdir.
Bazı durumlarda da halkları böyle bir istekte bulunmadan, onlar davet sürecinin başlangıcında mucize göstermişlerdir. Nitekim yüce Allah, Musa ve Harun (selâm üzerlerine olsun) hakkında şöyle buyuruyor: “Sen ve kardeşin, ayetlerimi götürün ve beni anmakta gevşeklik etmeyin.” (Tâhâ, 42) İsa (a.s) ile ilgili olarak da şöyle buyuruyor: “Onu İsrailoğullarına elçi kılacak (ve o, onlara şöyle diyecek): ‘Gerçek şu, ben size Rabbinizden bir mucize getirdim. Ben siz çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratır, ona üflerim, Allah’ın izniyle kuş oluverir. Ve Allah’ın izniyle doğuştan kör olanı ve alaca hastalığına tutulanı iyileştirir ve ölüleri diriltirim. Yediklerinizi ve evlerinizde biriktirdiklerinizi size haber veririm. Şüphesiz, eğer inanmışsanız, bunda sizin için kesin bir ayet vardır.” (Âl-i İmrân, 49) Kur’ân-ı Kerim’in bir mucize olarak Peygamber efendimize (s.a.a) indirilmiş olması da öyle.
Kısacası; aklıselim, peygamberlerin anlattıkları tevhit ve kıyamet bilgilerinin hakkaniyeti ile onların bazı olağanüstü mucizeler göstermeleri arasında zorunlu bir bağlantı görmez.
Bunun yanı sıra peygamberlerin getirdikleri bilgiler ve öğretiler açık ve sağlam kanıtlara dayanırlar. Ki bu kanıtların varlığıyla, bilgi ve basiret sahibi kimselerin ayrıca mucize aramalarına gerek kalmaz. Bu yüzden, mucizeler genel halk kitlelerinin ikna edilmeleri amacına yöneliktir, diyebiliriz. Çünkü onların aklî kapasiteleri aklî gerçekleri kav-rama hususunda yetersiz kalır. Ama bilgide belli bir düzeyin üstünde bulunan seçkin kimseler, aklî gerçeklere inanmak için mucize gösterilmesine gerek duymazlar.
Yukarıdaki soruya şöyle bir cevap vermek mümkündür: Peygamberler (selâm üzerlerine olsun) Allah’ın birliği ve ölümden sonra diriliş gibi aklın algılayabildiği varoluşun başlangıcı ve sonucuna ilişkin bilgileri kanıtlamak için mucize göstermiş değildirler. Tam tersine, sözünü ettiğimiz meselelerde aklî kanıtlar sunmakla ve karşılıklı diyalogla yetinmişler. Örneğin; yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Peygamberleri, ‘Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var?!’ dediler.” (İbrâhîm, 10) Bu ifade, Allah’ın birliğine kanıt gösterme amacına yöneliktir. “Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bu, kâfirlerin zannıdır. Bu yüzden, o kâfirlere ateşten helâk vardır. Yoksa biz, inanıp iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa muttakileri, yoldan çıkanlar gibi mi tutacağız?” (Sâd, 27-28) Bu ayet de ölümden sonra dirilişin gerçekleşeceğini kanıtlama amacına yöneliktir.
Dolayısıyla, peygamberlerden bu tür bilgileri kanıtlamak için değil, sadece peygamberlik iddialarında doğru olduklarının ortaya çıkması için mucize istenmiş, onlar da bu amaca yönelik olarak mucize göstermişlerdir. Çünkü peygamberler (selâm üzerlerine olsun) Allah’tan vahiy aldıklarını, yüce Allah’la konuştuklarını ve kendilerine melek geldiğini iddia ediyorlardı. Bu ise, insanların genelinin tanıdığı, kendilerinde buldukları zahirî ve batınî idrakler türünden olmayan olağanüstü bir idraktir.
Böyle bir idrak, ancak doğaötesi tarafından peygamberlerin nefislerine yönelik bir tasarrufla gerçekleşebilir. Oysa peygamberler de herkes gibi birer insandırlar. Bu yüzden de bu iddialarında insanların şiddetli inkârı ve amansız direnişiyle karşılaşmışlardır. Bu inkârları ve direnişleri iki şekilde kendini göstermiştir:
Kimi durumlarda, peygamberlik iddiasını delil ileri sürerek çürüt-mek istemişlerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Dediler ki: Siz, ancak bizim gibi birer insanız. Bizi, babalarımızın taptığından çevirmek istiyorsunuz.” (İbrâhîm, 10) Burada, peygamberlerin insan oluşlarını ileri sürerek peygamberlik iddialarını yalanlama amacındadırlar. Çünkü insanlar, aralarındaki yaratılış benzerliğine rağmen kendilerinde böyle bir olağanüstülük görmüyorlardı. Eğer gerçekten böyle bir şey varsa, o zaman herkes böyle olmalı, olabilmelidir. Bu yüzden peygamberler de, yüce Allah’ın bize bildirdiği şekliyle kendilerini şu şekilde savunmuşlardır: “Peygamberleri onlara dediler ki: “Biz de an-cak sizin gibi birer insanız; fakat Allah, kullarından dilediğine nimetini lütfeder.” (İbrâhîm, 11)
Görüldüğü gibi, peygamberler cevap verirlerken aradaki benzerliği kabul ediyorlar ama peygamberlik misyonunun Allah’ın özel lütuflarından biri olduğunu da vurguluyorlar. Bazı özel lütuflara özgü kılınmak ise genel benzerliğe ters düşmez. Çünkü her insanın özgü kılındığı birtakım özel lütuflar vardır. Yüce Allah, onlardan dilediği birine lütufta bulunmak isteseydi, yapardı ve buna kimse de engel olamazdı. Dolayısıyla peygamberlik herkes için mümkün bir şey olmakla birlikte, bazı kişilere özgü kılınmış bir misyondur.
Buna benzer bir delil ileri sürmelerine de, Peygamber efendimizle (s.a.a) ilgili olarak söyledikleri şu sözlerinde rastlamaktayız: “O zikir (Kur’ân) aramızdan ona mı indirildi?!” (Sâd, 8) “Bu Kur’ân, iki kentten, büyük bir adama indirilmeli değil miydi?!” (Zuhruf, 31)
Aynı tarzda bir delil göstermelerini de, yüce Allah’ın onlardan ak-tardığı şu sözlerde görmekteyiz: “Dediler ki: Bu peygambere ne oluyor ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor?! Ona kendisiyle beraber uyarıcı olarak bir melek indirilmeli değil miydi?! Yahut kendisine gökten bir hazine atılmalı, yahut kendisinin bir bahçesi olmalı da ondan yemeli değil mi?!” (Furkan, 8) Burada ileri sürdükleri kanıtlarının özü şudur: Peygamberlik iddiasında bulunan kimse, bize benzememelidir. Çünkü onun sahip bulunduğu Allah’la konuşmak, doğaüstü bir kanaldan vahiy almak gibi nitelikler bizde yoktur. O hâlde, niçin yemek yiyor, ne diye geçimini sağlamak için çarşılarda dolaşıyor?! Eğer bu iddiasında doğru olsaydı, uyarıcılık görevini yerine getirmede ona yardımcı olacak bir melek de onunla birlikte görevlendirilmeliydi. Ona gökten bir hazine indirilmeliydi ki, geçimini sağlamak için çarşılarda dolaşmak zorunda kalmasın. Ya da özel bir bahçesi olmalıydı, o bahçenin meyvelerini yemeliydi, bizim yediklerimizden değil.
Yüce Allah onlara şöyle cevap veriyor: “Bak, senin için nasıl misaller vediler de saptılar. Artık bir daha yolu bulamazlar.” (Furkan, 9) “Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de yemek yerler, çarşılarda gezerlerdi. Biz sizi birbiriniz için bir sınama aracı yaptık, ‘Sabrediyor musunuz?’ diye. Rabbin her şeyi görür.” (Furkan, 20) Yüce Allah, müşriklerin peygamberle birlikte bir meleğin de uyarı görevine katılması şeklindeki önerilerini bir diğer ayette şöyle cevaplandırıyor: “Eğer onu melek yapsaydık, yine bir adam yapardık ve onları yine düştükleri kuşkuya düşürürdük.” (En’âm, 9)
Aynı yönde benzer bir delil göstermelerini de şu ayette görmekteyiz: “Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, ‘Bize melekler indirilmeli, yahut Rabbimizi görmeli değil miydik?’ dediler. Andolsun ki, onlar kendi işlerinde büyüklük tasladılar ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar.” (Furkan, 21) Onlar, peygamberlere benzer niteliklere sahip olma-larından dolayı, melek indirilişi veya yüce Rabbi görmek gibi önerilerde bulunmakla, peygamberlik iddiasını ve vahiy olgusunu geçersiz kıldıklarını sanıyorlardı. Yüce Allah onların bu kuruntularını şöyle cevaplandırıyor: “Melekleri gördükleri gün, işte o gün suçlulara sevinç haberi yoktur ve ‘(Size sevinmek) yasaktır, yasak!’ derler.” (Fur-kan, 22) Burada yüce Allah, onların ancak ölüm anında melekleri görebileceklerini vurguluyor.
Bir diğer ayette de konuya ilişkin olarak şöyle buyuruyor: “Dediler ki: ‘Ey kendisine Kur’ân indirilmiş olan, sen mutlaka delirmişsin. Eğer doğrulardansan, bize melekleri getirsene!’ Biz melekleri ancak hak ile indiririz, o zaman da kendilerine mühlet verilmez.” (Hicr, 6-8) Son olarak sunduğumuz bu ayetler, onların inkârlarını gerekçelendirmede bir eklemede bulunduklarını aktarıyor. Yani, bu defa onun peygamberlik iddiasında yalancı olmadığını kabul etmekle beraber, bunun delilikten kaynaklanan, realiteyle bağdaşmayan bir iddia olduğunu ileri sürüyorlar. Nitekim başka bir yerde de bu iddiaları gündeme getiriliyor: “Ve ‘delidir.’ dediler ve o zorlandı.” (Kamer, 9)
Özetleyecek olursak; bu ve benzeri ayetlerde, inkârcıların aradaki beşeri benzerliği ileri sürerek, peygamberlik iddiasını çürütme peşinde oldukları dile getiriliyor.
Kimi zamanlar da, yadsıyıcı bir tutum içine girerek, iddianın doğruluğuna ilişkin kanıtlar, belgeler istemişlerdir. Çünkü bu iddia insanın kabul edemediği, akılların alışık olmadığı bir olguya ilişkindi. (Tartışma sanatındaki belge isteyerek iddiayı engelleme yöntemine başvuruyorlardı.) İşte onların sözünü ettikleri belge, mucizeydi. Onların bu yadsıyıcı tavırlarını şu şekilde izah edebiliriz: Kur’ân’ın anlattığı şekliyle nebi ve resullerin ortaya attıkları nübüvvet ve risalet iddiaları vahiy alma, doğrudan veya melek aracılığıyla Allah’la konuşma şeklindeki olağandışı olgulara dayanıyordu. Bu ise, somut verilerin desteklemediği ve deneyimin kanıtlamadığı bir durumdur.
Onların kuşkuları iki noktada yoğunlaşıyordu: Birincisi; ortada bu iddiayı doğrulayacak kanıt yoktur. İkincisi; iddianın doğru olmadığına dair elde kanıt vardır. Çünkü insanlar kendi nefislerinde vahiy almak, yüce Allah’la konuşmak, peygamberin getirdiği türden dinî yasama ve eğitim gibi şeylere rastlamıyorlar. Sebep ve sonuçlarla ilgili genel-geçer kural da böyle bir şeyi reddediyor. Şu hâlde bu, olağanüstü bir olgudur ve genel nedensellik yasası bunu normal karşılamaz.
Dolayısıyla, eğer peygamber bu iddiasında doğruysa, gerçekten peygamberlik misyonuna sahipse ve gerçekten vahiy alıyorsa, doğaüstü âlemle iletişim hâlinde olduğunu, olağanüstülükleri yaratan ilâhî güçle desteklendiğini ve olağanüstü bir şekilde peygamberlik misyonunu almasını, vahyi algılamasını yüce Allah’ın irade ettiğini kanıtlamalıdır.
Eğer bu iddia doğruysa, o zaman bir olağanüstülükle diğer bir olağanüstülük arasında fark olmamalıdır. Bir peygamber, herhangi bir engelle karşılaşmaksızın bir başka olağanüstülüğü de sergileyebilmelidir. Yüce Allah, hiçbir engel tanımadan peygamberlik misyonunu ve vahiy olgusunu doğrulayan yeni bir olağanüstülük gerçekleştirmelidir. Çünkü birbirlerine benzeyen şeyler aynı hükme tâbidirler. Eğer yüce Allah, insanların doğru yola girmelerini olağanüstü bir yöntemle, yani peygamberlik misyonu ve vahiy olgusu aracılığıyla dilemişse, bu olağanüstülüğü, diğer bir olağanüstülükle, yani mucizeyle pekiştirebilmelidir.
Aralarından biri çıkıp da peygamberlikle görevlendirildiğini ileri sürünce, bu iddiaya muhatap olan tüm toplumlar, öz yaratılışlarından kaynaklanan doğal bir dürtüyle, mucize gösterilmesini istemişlerdir. Dolayısıyla mucize isteği, peygamberlik misyonunun kanıtlanması ve doğrulanması amacına yöneliktir; peygamberlerin getirdikleri tevhit ve ahiret inancı gibi hak dayanaklı bilgilerin doğrulanması yönünde bir istek değildir bu. Çünkü bu bilgiler kanıtlarla ispatlanabilecek şey-lerdir. Bu tıpkı şuna benzer: Diyelim ki bir adam, bir topluluğa, kendilerinin üzerinde egemenlik yetkisine sahip liderlerinden, onun emir ve yasaklarını içeren bir mesaj getiriyor. Bu elçi, söz konusu hükümleri açıklıyor ve bunların kendilerinin yararına olduğunu kanıtlıyor. Onlar da liderlerinin kendilerinin yararını düşündüğünü biliyorlar.
Bu kanıtlar, gelen hükümlerin yararlı, gerçek ve uygulamaya elverişli olduğunu ispatlama bakımından yeterlidir, ancak bu kanıtlar o adamın elçi olduğunu, liderlerinin onu kendilerine bu emir ve yasakları iletmekle görevlendirdiğini kanıtlamaya yetmez. Tersine; liderin el yazısı, mührü veya ona ait olduğunu bildikleri bir işareti göstererek el-çilik iddiasını kanıtlamasını isterler. Nitekim müşrikler de Peygamber efendimize (s.a.a) şöyle demişlerdi: “Sen, bize, okuyacağımız bir kitap indirmedikçe…” (İsrâ, 93)
Bu açıklamalarımızla iki husus açıklık kazanmış oldu:
a) Peygamberlik iddiasının gerçekliği ile mucize arasında zorunlu bir bağlantı söz konusudur. Mucize peygamberlik iddiasının kanıtıdır ve bu konuda halkın geneli ile özel bir kesimi arasında hiçbir fark yoktur.
b) Nebi ve elçinin algılayıp kavradığı vahiy, bizim duyularımız ve aklî yeteneğimiz aracılığı ile algıladığımız şeylerden farklıdır. Çünkü vahiy, isabetli düşünceden, mahiyet olarak ayrıdır. Bu anlama gelen ifadeler, Allah’ın kitabında o kadar çoktur ki, en ufak bir anlayışa ve insaf duygusuna sahip olan birisi de, bundan kuşku duymaz.
Çağdaş araştırmacılardan bazıları bu gerçeğin dışına çıkarak ilâhî bilgileri ve dinî gerçekleri doğal bilimlerin ileri sürdüğü “dönüşüm ve tekâmül hâlindeki maddenin temel oluşu” şeklindeki kurala dayalı olarak değerlendirmek istemişlerdir. Bu adamlar, insanın sahip bulunduğu tüm algı yeteneklerinin insan beyninden salgılanan madde kökenli özellikler olduğuna; bütün varoluş gayelerinin, tüm gerçek kemallerin ve bireysel ya da toplumsal evrimlerin maddî nitelikli olduğuna inandıkları için böyle bir düşünce geliştirmişlerdir.
Bu adamlara göre, peygamberlik olgusu bir düşünsel derinlik ve zihinsel berraklıktır. Peygamber diye nitelendirilen insan, bununla top-lumunun ilerlemesini, tekâmül etmesini sağlar. Halkını vahşîlik ve bar-barlık düzeyinden kurtarıp uygarlaştırmak ister. Geçmişten kalan inanç ve görüşleri bir araya getirip, çağının koşullarına uydurur. Böylece halkı için toplumsal yasalar ve davranış biçimlerini belirler. Bun-lar sayesinde onların pratik hayatlarını ıslah etmeye çalışır. Bunu ibadet kastı taşıyan hüküm ve davranışlarla tamamlar. Bununla da onların manevî duyarlılıklarını diri tutmayı amaçlar. Çünkü iyi bir toplum ve faziletli bir medeniyet, bu tür manevî dayanaklara da muhtaçtır. Bu varsayıma dayanarak da şu sonuçlara varırlar:
1- Peygamber, halkını sağlıklı ve yararlı bir toplumsal ortama davet eden büyük bir düşünür, büyük bir dâhidir.
2- Vahiy, erdemli düşüncelerin onun zihnine kazınmasıdır.
3- Semavî kitap, nefsanî tutkulardan, kişisel amaçlardan uzak, söz konusu erdemli düşüncelerin toplamıdır.
4- Peygamberin haber verdiği melekler, doğadaki gelişmeleri yön-lendiren doğal güçler ya da insanlara, kemal niteliklerini kazandıran ruhsal güçlerdir. Ruh’ul-Kudüs, maddî doğal ruhun kutsal fikirleri üreten mertebesidir. Şeytan ise, aynı ruhun kötü düşünceleri üreten, insanları, iğrenç işleri ve toplumu ifsat edici amelleri işlemeye çağıran mertebesidir.
Maddeyi her şeyin temeli gören bu adamlar, Levh, Kalem, Arş, Kürsü, Kitap, Hesap, Cennet ve Cehennem gibi peygamberlerin haber verdikleri tüm gerçekleri yukarıda işaret ettiğimiz üslûplarıyla yorum-lamaya çalışmışlardır.
5- Dinler yaşadıkları dönemin gereklerine tâbidirler; çağların değişmesi ile birlikte onlar da değişirler.
6- Peygamberlerden nakledilen, onlara atfedilen mucizeler, dine destek sağlama, kitlelerin inançlarını çağların değişmesine karşı korumaya alma ya da dinî önderlerin ve mezhep liderlerinin konumlarını koruma amacına yönelik hurafeler veya çarpıtılmış olaylardır. Bunları bir topluluk uydurmuş, başkaları da o topluluğa uymuştur.
Onların bu açıklamaları ve peygamberlik misyonu olarak değerlendirdikleri şey, Allah’ın öngördüğü peygamberlik misyonundan çok, politik bir oyun olarak nitelendirilmeye lâyıktır.
Bu iddiaları uzun uzadıya cevaplandırmak bu kitabın amacını aşar. Ancak şunu söyleyebiliriz: Semavî kitaplar ve elimizde bulunan peygamberlerden naklolunan açıklamalar, yukarıdaki yoruma hiçbir şekilde uymuyor, aralarında en ufak bir münasebet yoktur. Bu yorum, onların yeryüzüne çakılıp kalmalarından ve madde alanındaki araştırmalara dayanmalarından kaynaklanıyor. Bu durum onları, doğaötesi âlemi inkâr etmeye ve madde üstü gerçekleri, asıl konumlarından soyutlayıp donuk maddenin düzeyine indiren bir yorumla açıklamaya sürüklemiştir.
Bu yorumlama biçimi, gerçekte bir başka grubun sahip olduğu an-layışın biraz daha gelişmiş şeklidir. Onlar da, dinin kapsadığı tüm gerçekleri, maddeyi esas alarak yorumlama yönüne gitmişlerdi. Ancak onlar Arş, Kürsü, Levh, Kalem ve Melekler gibi gerçeklerin duyu organlarınca algılanmayan varlıkları olduğunu kabul ediyorlardı. Sonraki dönemlerde doğal bilimlerin etkinlik alanı genişleyip, araştırmalar somut verilere ve deneysel metoda dayalı olarak yapılmaya başlayınca, bu yöntemi benimseyen araştırmacılar, bu gerçeklerin duyu organlarınca algılanamayan varlıklarını da inkâr etmeye yeltendiler ve bunları somut bir varlığa sahipmişler gibi tanımlamaya kalkıştılar. Böylece dinle bilimi uzlaştırmayı, dini bilim karşısında silinmekten korumayı amaçlıyorlardı.
Bunlar, haksızlık ve aşırılık uçlarını temsil eden iki gruptur. Biri eski kelâm bilginlerinden, diğeri de çağdaş araştırmacılardan oluşmaktadır. Eski kelâm bilginleri, dinsel açıklamaların gerçek amaçlarını kavrıyor ve mecaz olarak değerlendirmiyor olmakla beraber, bu gerçeklerin tümünün salt maddî niteliklere sahip şeyler olduğunu, ancak duyu organlarının algılama alanının dışında olduklarını, madde oldukları hâlde maddeyle ilgili hükümlerin onlar hakkında geçerli olmadığını ileri sürüyorlardı. Çağdaş araştırmacılar ise, dinsel açıklamaları açık-seçik amaçlarından soyutlayacak şekilde yorumlayarak, bunları duyularla algılanan ve deneyimle onaylanan maddî gerçeklere uyarladılar. Oysa o açıklamalardan bunlar kastedilmemiştir ve bu yorumlarla bağdaşmamaktadırlar.
Bu konuda yapılacak doğru araştırma şöyle olmalıdır: Araştırmacı, dinsel metinleri, lafızların örf ve dil açısından ifade ettikleri anlama göre açıklamalı, sonra bu anlamlarını mısdaklarının, somut örneklerinin teşhisi konusunda sözün bazısının diğer bazısını açıklayabileceği ilkesine dayanmalıdır. Ardından, bilimsel görüşler bunları doğruluyor mu, reddediyor mu diye bakmalıdır. Eğer bu esnada madde dışı ve maddenin hükmünün kapsamına girmeyen bir şeye rastlanırsa, burada doğal araştırmadan ve doğal bilimlerin öngördüğünden farklı bir yöntemle söz konusu gerçeği kanıtlama yönüne gidilmelidir. Doğayla ilgilenen bilimsel araştırmanın doğaüstü şeylerle ne ilgisi olabilir?! Çünkü maddeyi ve maddenin özelliklerini araştıran bir bilim dalı, ister kanıtlama, ister reddetme amacıyla olsun madde ve maddenin özelliklerinin ötesine geçme hakkına sahip değildir.
Bir araştırmacı, bu şekilde alanının dışına çıkarsa, onun sunduğu veriler ve ifadeler ilgisiz şeyler olarak nitelendirilir. Söz gelimi; dilbilgisi alanında araştırma yapan bir bilgin astronomi biliminin alanına giren hususlarla ilgili olarak birtakım olumlu ya da olumsuz yargılarda bulunursa, bu tutum son derece yanlış ve sonuçları çarpık olur. Şimdi geriye kalan ayetleri inceleyelim.
* * *
“…bu durumda, kâfirler için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan, ateşten sakının.” surenin başından buraya kadar muttakilerin, kâfirlerin ve münafikların (üç grubun) durumu anlatılıyor. Ancak yüce Allah, “Ey insanlar, Rabbinize kulluk edin.” buyurarak onları topluca muhatap alıyor ve onları kendisine kulluk sunmaya davet ediyor. Bu durumda zorunlu olarak müminler ve diğerleri şeklinde bir bölünme söz konusu olur. Çünkü bu davet karşısında, davete olumlu ya da olumsuz karşılık vermek açısından insanlar iki gruba ayrılmak durumunda olurlar: Müminler ve kâfirler. Münafıklar ise, dış görünüşünün iç âleme, dilin kalbe eklenmesiyle bu bölünmedeki gerçek yerlerini alırlar. Bu davete olumlu karşılık verenlerde, dil ile kalbin iman açısından birlikteliği; olumsuz karşılık verenler ise, dil ile kalbin küfür açısından birlikteliği ya da dil ile kalbin birbirini tutmaması söz konusudur. İşte (belki) bu yüzden burada münafıklardan söz edilmemiş, ifade müminlerle kâfirlere özgü kılınmış ve takva yerine iman niteliği kullanılmıştır.
Bu ateşin yakıtı, ayetin kesin olarak ifade ettiği gibi bizzat insanın kendisidir. Buna göre insan, hem ateşin yakıtıdır, hem de ateşte yanan varlıktır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mü’min, 72) “Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir, ki gönüllere işler.” (Hümeze, 6-7) Buna göre insan, kendi tutuşturduğu ateşte azap görecektir. Şu ifade de benzeri bir mesaj içermektedir: “Onlardaki meyvelerden rızk olarak kendilerine bir şey verildiğinde, her defasında, ‘Bu, daha önce de rızk olarak bize verilen şeydir!’ derler. Bu, benzeşir olarak onlara sunulmuştur.” (Bakara, 25) Bununla da anlaşılıyor ki, insana öte tarafta, burada kendisi için hazırladığı şeylerden başka bir şey verilmeyecektir.
Nitekim Peygamber Efendimiz (salât ve selâm ona ve Ehlibeyt’ine olsun) şöyle buyurmuştur: “Yaşadığınız gibi ölürsünüz ve öldüğünüz gibi dirilirsiniz…” Ancak, iki grup arasında bir fark vardır. Şöyle ki; cennet ehli için Rableri katında fazladan nimetler vardır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Orada onlar için diledikleri her şey vardır. Katımızda da daha fazlası vardır.” (Kaf, 35)
Ayette cehennemin yakıtı olarak nitelendirilen taşlardan maksat, müşriklerin Allah’ı bir yana bırakarak kulluk sundukları putlardır. Yüce Allah’ın şu sözü bunu göstermektedir: “Siz ve Allah’tan başka taptıklarınız, cehennemin odunusunuz.” (Enbiyâ, 98) İfadenin orijinalinde geçen “hasab” ateşin yakıtı demektir.
“O cennetlerde, onlar için tertemiz eşler de vardır.” “Eşler” ifadesine bakarak anlıyoruz ki, “tertemiz” ifadesiyle kaynaşmaya, birleşmeye, yakınlaşmaya engel oluşturan her türlü fizikî ve ahlâkî çir-kinliklerden, iğrençliklerden, tiksinti uyandırıcı şeylerden arınmışlık kastediliyor.
Son Ayetle İlgili Bir Hadis
Şeyh Saduk şöyle rivayet etmiştir: İmam Sadık’a (a.s) bu ayet sorulunca şöyle buyurdu: “Tertemiz eşler, aybaşı kanaması (hayız) geçirmeyen, hacet gidermek durumunda olmayan kadınlardır.”
Ben derim ki: Bazı rivayetlerde “temizlik” kavramı, tüm kusurlardan ve hoşa gitmeyen şeylerden uzak olmayı kapsayacak şekilde genel tutulmuştur.
[/toggle]
[toggle style=”closed” title=”DİPNOTLAR”]
[1]- Mümtahine, 4
[2]- İbrâhîm, 22
[3]- Ankebût, 25
[4]- [Nehc’ül-Belâğa, hutbe:133]
[/toggle]